Haberler:

Hiçbir başarı tesadüf değildir

Ana Menü

Ünite 5: Ehl-i Sünnet Kelâmı

Başlatan Arif ARSLANER, Şub 13, 2024, 12:47 ÖÖ

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Arif ARSLANER

Giriş
İslam düşünce tarihinde 'Ehlü's-sünnet ve'l-cemâat'
terkibinin ne zaman ortaya çıktığı, sünnet ve cemâat
kavramlarıyla neyin kastedildiği ve buna kimlerin dâhil
olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Kimileri Eş'arî öncesi dönemde kullanılan Ehl-i sünnet
ifadesinin yalnızca Ashâbü'l-hadîs'i kapsadığını
söylerken, kimleri ise Ashâbü'l-hadîs ile birlikte Ehl-i rey
taraftarlarının da bunun içinde yer aldığını söylemişlerdir.
Bağdâdî Ehl-i sünnet içinde yer alan grupların sekiz, İbn
Hazm beş, İsferâyînî ise iki olduğunu söylemiştir. Bu
durum Eş'arî öncesi dönemde Ehl-i sünnet terkibiyle
kimlerin kastedildiği konusunda bir ihtilafın olduğunu
ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Eş'arî öncesi dönemde
söz konusu terkiple kimlerin kastedildiğini tespit
edebilmek için öncelikle bu kavramların ne ifade
ettiklerini, ne zaman ortaya çıktıklarını ve bu kavramlarla
ne anlatılmak istendiğini ortaya koymak gerekir.

Ehl-i Sünnet Kavramı
Ehl-i sünnet terkibinde yer alan ehl kelimesi nisbet ifade
eder. Ehl-i sünnet, 'sünnet ehli', 'sünnete mensup olanlar'
gibi anlamlara gelir. Sünnet kelimesi ise sözlük anlamı
itibariyle; yol, gidiş, tarz, üslup, adet ve davranış gibi
anlamları ihtiva eder.

Ehlü's-sünne ve'l-cemâa' kavramı da bir araya getirilmiş,
toplanmış şeydir. Istılahta ise ümmetin siyasi birliği,
bütünlüğü, Müslümanların çoğunluğu anlamındadır.
Esasen siyasî bir kavram olan cemâat kavramı ilk
dönemlerde tek bir halife ya da başkan etrafında bir araya
gelen bütün Müslümanları, çoğunluğu veya çoğulcu
siyasi-toplumsal yapıyı (es-sevâdu'l-a'zam) ifade etmek
için kullanılmıştır.

Bağdadî, mezhepleri tasnif ettiği el-Fark beyne'l- fırak
adlı eserinde Ehl-i sünnet olarak nitelendirilen sekiz
guruptan bahseder. Bağdadî'nin tasnifi şöyledir.

1. Allah'ı yaratılmışlara benzetmek anlamına gelen
teşbih ile ilahî sıfatları yok sayma anlamına gelen
ta'tîl anlayışından uzak durup Rafizîler, Hâricîler,
Cehmiye, Neccâriye ve diğer bidat fırkalarının
dışında kalan kelâmcılar.

2. Ehl-i rey ve Ehl-i hadîs'e mensup olan ve selef itikâdı
üzere bulunan İmam Malik (ö. 179/795), Şafiî (v.
204/819), Evza'î (ö. 157/773), Sevrî (v. 161/777),
Ebû Hanîfe (ö. 150/767) İbn Ebi Leyla (ö. 148/765)
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Davud ez- Zahirî (ö.
270/883) gibi fakihler.

3. Ehl-i bid'atın inançlarına meyletmeyen muhaddisler.

4. Ehl-i bid'ata meyletmeyen sarf, nahiv, lügat ve
edebiyat âlimleri.

5. Kur'ân'ı Ehl-i sünnetin anlayışına uygun olarak
anlayan müfessirler ve kıraat âlimleri.

6. Benimsedikleri prensipleri şeriata ters düşmeyen
sufiyye.

7. Ehl-i sünnet itikadı üzere bulunan cihad ehli.

8. Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.
İbn Hazm ise Ehl-i sünnet adı altında şu beş guruba yer
verir. 1. Sahabe 2. Onların yolundan giden seçkin tabiûn
nesli 3. Ashâbü'l-hadîs 4. Onlara tabi olan fakihler. 5.
Nesil nesil günümüze kadar onları takip eden, yollarını
izleyen yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan
Müslümanlar. İsferâyini de bunları Ehl-i hadîs ve Ehl-i rey
olarak belirtir.

Yukarıdaki izahlar dikkate alındığında birbirlerinden farklı
kesimlerin kendilerini Ehl-i sünnet'e nisbet etikleri
görülmektedir.

Ehl-i Sünnet Ekollerinin Temel Görüşleri
Ehl-i sünnet kavramı Eş'arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehli rey
taraftarları başta olmak üzere Ashâbu'l-hadîs ve daha
başka birçok gurubu içine alan bir kavramdır. Nassları
anlama ve inanç esaslarını temellendirme noktasında hem
metot hem de bakış açısı yönünden aynı gurup içinde
değerlendirilmeleri mümkün olmayan birçok gurup bu
kavramın içinde yer almıştır. Bu gurupları bir araya
getiren ve onların Ehl-i Sünnet kavramı ile
nitelendirilmelerini sağlayan şeyin belli bazı inançlar,
temel esaslar olduğu görülmektedir. İsferayinî'nin
söylediği "Ehl-i sünnet kavramı Râfizîler, Hâricîler ve
Kaderîleri red konusunda ittifak edenleri ifade eder" sözü
Ehl-i sünneti meydana getiren, onları bir araya toplayan
hususların ne olduğunu açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Ehl-i sünnet, Râfizîleri reddetmekle imamet
konusunda, Kaderîleri reddetmekle kader ve insan fiilleri
konusunda, Hâricîleri reddetmekle de büyük günah
meselesinde bu guruplardan kendisini ayrıştırmıştır.

İmâmet
İmamet olarak ifade edilen ve Hz. Peygamberden sonra
kimin ve kimlerin devlet başkanı olması gerektiği ve
olabileceği sorunu etrafında gelişen bu tartışmayı ifade
eder.

Büyük Günah
Büyük günah (el- Murtekibu'l- kebîre) meselesi özellikle
Cemel ve Sıffîn savaşlarında Müslüman toplumu
oluşturan bireylerin birbirilerini öldürmeleri sonrasında
ortaya çıkan bir problemdir. Kur'ân- kerimde kasten adam
öldürmenin cezasının ebedi cehennem olduğu
belirtilmektedir. Dolayısıyla bu savaşlarda birbirilerini
öldüren Müslümanlar cezası cehennem olan bir büyük
günah işlemiş olmaktadırlar.

Hâricîler bu noktada hem savaşlarda birbirlerini öldüren
Müslümanların hem de hakem olayına karışanların büyük
günah işlediklerinden kâfir olduklarını söylemişlerdir.
Ehl-i sünnet ekolu ise büyük günah işleyen kimsenin kâfir
değil, günahkâr Müslüman olduğunu bu dünyada işlediği
günahtan dolayı kendisine kâfir muamelesi
yapılamayacağını söylemişlerdir.

Kader ve İnsanın Özgürlüğü
Bu konu Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin hilâfet dönemlerinde
gündeme geldiyse de ayrışmaları beraberinde getirecek bir
seviyede olmamıştır. Bu konunun Müslüman toplumu
birbirinden ayrıştıracak şekilde fırkalara bölmesi Emevîler
dönemine denk gelmektedir.

Ehl-i sünnet içerisinde değerlendirilen Ebû Hanîfe, Ömer
b. Abdülaziz, Hasan el-Basri gibi zatlar kaderi kabul etme
noktasında ortak bir görüşlerinden bahsedilebilse de,
kaderi anlama biçimleri farklıdır. Nitekim Hasan el-Basri,
'kaderi inkâr eden kâfirdir, fakat günahını Allah'a
yükleyen de zalimdir', derken, Ömer b. Abdülaziz insana
hiçbir şekilde hürriyet tanımayan bir kader anlayışını dile
getirmiştir. Ona göre Allah'ın ilmi tenfiz edicidir. Yani
Allah'ın bir şeyi bilmesi o şeyin meydana gelmesini
zorunlu kılar. Ebû Hanîfe ise Allah'ın ilminin tavsifi
olduğunu ve Allah'ın bir şeyi bilmesinin o şeyin meydana
gelmesini zorunlu kılmayacağını ifade etmiştir. Öyleyse
Eş'arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi
altında birleşen guruplar kaderin inkâr edilemeyeceği
noktasında itifak içinde olmuşlardır, fakat kaderi anlama
biçimleri birbirinden farklıdır, denilebilir.

Mâtürîdîlik
Ebû Mansûr el- Mâtürîdî'ye (ö.333/794) nisbet edilen
kelâmî düşüncenin adıdır. Mâtürîdîlik, Eş'arîlik ile birlikte
Sünnî kelâm ekolünü temsil etmektedir. Hanefîlik ile olan
yakın ilişkisi dolayısıyla da zaman zaman kaynaklarda
Hanefîlik-Mâtürîdîlik şeklinde yer almıştır.

Mâtürîdîlik, dönemin hilâfet merkezi olan Bağdat'ın
nispeten uzağında Mâverâünnehir bölgesinin Semerkant
kentinde ortaya çıkmıştır. Semerkant, Buhara ile birlikte
IV./X. ve V./XI. yüzyıllarda ilim merkezi idi. Mezhebin
önderi Mâtürîdî, Hanefî anlayışın hâkim olduğu
Semerkant medreselerinde eğitim görmüş ve zihni bu
doğrultuda şekillenmiştir. Mâtürîdî ekolün önemli
temsilcilerinden olan Ebü'l-Muîn en-Nesefî, Ebû
Hanîfe'yi bu düşüncenin en büyük önderi Ebû Mansûr elMâtürîdî'ye de Ebû Hanîfe'nin görüşlerini en iyi bilen kişi
olarak zikretmiştir.

Hanefîlik ile Mâtürîdîlik arasında sıkı bir ilişkinin
varlığından bahsetmek mümkün olsa da, bu iki mezhebi
aynileştirmek mümkün görünmemektedir. Zira
Mâtürîdîlik, Ebû Hanîfe'nin görüşlerinden esinlenerek ve
ondan etkilenerek ortaya çıkmış olmakla birlikte,
Hanefîlikte olmayan bazı görüşlere yer vermesi ve
olaylara yaklaşım biçimi dolayısıyla farklı bir yerde
durmaktadır.

Mâtürîdîlik Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile başlayan; onun
yöntemini ve itikâdî konulara yaklaşımını benimseyen
öğrencileri ve taraftarları vasıtasıyla geliştirilmiştir.
Onların bu çabaları ve gayretleri İmâm Mâtürîdî'nin
görüşlerinin vefatından yaklaşık bir asır gibi uzun bir
zaman diliminde ekolleşmesini sağlamıştır.

Mâtürîdîliğin Temel Görüşleri
Ulûhiyet

Mâtürîdîlere göre Allah'ı bilmek aklen vaciptir. Eğer
Allah peygamber göndermeseydi yine de insanlar
akıllarıyla Allah'ın varlığını ve birliğini, evrenin yaratıcısı
olduğunu bilmeleri gerekirdi.

İnsanın Özgürlüğü
Mâtürîdîler göre insan kendi eylemlerinin sahibidir.
İnsanın kendi fiillerinin sahibi olduğuna akıl, duyular ve
Kur'ân ayetleri delalet etmektedir. İnsana belli görev ve
sorumlulukların verilmesi ve bunların karşılığı olarak ceza
ve mükâfatın konulması da bu esasa dayanmaktadır.

Büyük Günah
Mâtürîdîlere göre Müslüman bir insan işlediği büyük
günah sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O bu
dünyada hakiki mümindir, ona mümin muamelesi yapılır.
Fakat işlediği günah sebebiyle de ayıplanır ve günahkâr
Müslüman anlamında fasık olarak nitelendirilir. Bir kimse
Müslüman olduktan sonra Allah'ı inkâr etmedikçe veya
Allah'a ortak koşmadıkça ya da Allah'ın açıkça haram
kıldığı bir şeyi helal veya helal kıldığı bir şeyi haram
saymadıkça İslam Dininin dışına çıkmaz, küfre girmez.
Amel- İman İlişkisi
Mâtürîdî mezhebine göre iman tasdikten ibarettir. Kişi
Allah ve resulünü gönülden tasdik ederse mümin ve
Müslim vasfını kazanır.

Nübüvvet
Mâtürîdî kelâmcılara göre Yüce Allah'ın peygamber
göndermesi Allah'ın hikmetinin bir gereğidir. Hatta insana
nefsânî arzuların peşinde gitmenin kötülüğünü öğretecek,
topluma iyilik ve güzellikleri anlatacak bir kılavuzun/
rehberin bulunması gereklidir.

Eş'arîlik
Önderi Ebû'l- Hasan el-Eş'arî'ye (ö. 324/ 935-936)
nispetle Eş'arîlik (el-Eş'ariyye) adını alan bu mezhep
muhalifleri tarafından müşebbihe ve mücbire gibi
isimlerle de anılmıştır. İlahi sıfatlar, kulların fiilleri, imanamel ilişkisi ve bunlara bağlı konularda kendine özgü
fikirler ortaya koyan Eş'arîlik, Mâtürîdîlik ile birlikte Ehli sünnet kelâmını oluşturmaktadır.
Hayatının önemli bir kısmını Mu'tezile arasında geçiren
Eş'arî, hocası Ebû Ali el-Cübaî (ö. 303/ 915-16) ile girdiği
ve kaynaklarda üç kardeş meselesi olarak geçen Yüce
Allah'a bir şeyin vacip olup olmaması meselesinde
Mu'tezilî izahın yetersiz kalması dolayısıyla
Mu'tezile'den ayrıldığı kaydedilmektedir.
Eş'arîlik, Kuruluş ve Mütekaddimîn Dönem ve
Müteahhirîn Dönem olmak üzere iki döneme ayrılır.

Eş'arîliğin Temel Görüşleri
Ulûhiyet

Allah'ın varlığına ancak akıl yürütme yani istidlal ile
ulaşılabilir. Allah'ın varlığına ilişkin bilgiler doğuştan
değil, istidlal ile ulaşılan bir bilgidir. İnsanların Allah'ın
varlığı konusunda farklı düşünmelerinin temelinde yatan
sebep de budur. Allah'a ilişkin bilgi zaruri olmuş olsaydı
insanlar Allah'ın varlığından şüphe etmez ve herkes O'na
inanmak zorunda kalırdı.

Eş'arî anlayışa göre Allah vardır, birdir, ezeli ve ebedidir;
eşi-benzeri yoktur. O madde değildir, cisim değildir, araz
değildir; herhangi bir yönde ve bir mekânla sınırlı değildir.

Kaza-Kader ve İnsanın Özgürlüğü
Eş'arîlere göre yaratan, yoktan var eden yalnızca Yüce
Allah'tır. Onun dışında ne bir yaratıcı ne de yoktan var
eden (ihtira') vardır. Havadis yani sonradan var olan her
şey Yüce Allah'ın kudretiyle var olmuşlardır. Bu konuda
insanın kudretiyle ilişkili olan fiillerle yalnızca Yüce
Allah'ın kudretiyle ilişkili olan şeyler arasında fark
yoktur. Hepsini Allah yaratmıştır.

Nübüvvet
Eş'arîler öncelikle Allah'ın insanlara peygamber
göndermesinin aklen mümkün olduğunu ortaya
koymuşlardır. Buna göre yüce Allah'ın kullarının dünya
ve âhirette mutlu olmalarını sağlamak için emirler,
yasaklar, öğütler içeren talimatlar göndermesi ve bunları
insanlar arasından seçeceği kimseler vasıtasıyla insanlara
bildirmesi aklen imkânsız değildir.

Eş'arîler ve Mâtürîdîler Arasındaki Farklar
Eş'arîler ile Mâtürîdîler arasında ortak birçok görüş
olduğu gibi birbirinden farklı görüşleri ve yaklaşım
biçimleri de vardır. Kimileri aradaki farkları 50'ye
çıkarırken kimileri bunları 13'e, kimileri de sekize kadar
indirmişlerdir.

Bu farkların bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Cüz'i İrade: Mâtürîdîlere göre insanda müstakil bir
cüz'i irade vardır ve bu irade itibarî bir varlığa sahip
olup Allah tarafından yaratılmamıştır. Eş'arîlere göre
ise insan müstakil bir cüz'î iradeye sahip değildir,
iradeyi insanda yaratan Yüce Allah'tır.

2. Tekvîn: Mâtürîdîlere göre Yüce Allah'ın kendisiyle
fiillerini gerçekleştirdiği bir tekvîn sıfatı vardır. Bu da
irade, kudret gibi sübûtî sıfatlardandır. Eş'arîlere göre
ise Allah'ın sübûtî sıfatları arasında tekvîn diye bir
sıfat yoktur. Kudret sıfatı yaratma işlevini yerine
getirir.

3. Güç yetirilemeyenin teklif edilmesi: Eş'arîlere göre
Yüce Allah insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi
yapmasını isteyebilir ve onunla mükellef kılabilir,
Mâtürîdîlere göre ise böyle bir sorumluluk yüklemek
caiz değildir, zira bunda herhangi bir hikmet yoktur.

4. Nübüvvet: Mâtürîdîlere göre peygamber olmanın
şartlarından biri erkek olmaktır. Eş'arîlere göre ise,
peygamber olmak için erkek olmak şart değildir,
kadınlar da peygamber olabilirler.

5. Sebep ve hikmet: Eş'arîlere göre Allah'ın fiilleri
hikmetli olmak ve bir sebebe bağlı olmak zorunda
değildir. Çünkü Allah dilediğini yapandır ve Allah
yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtürîdîler ise
Allah'ın fiillerinin bir hikmete bağlı olduklarını ve bir
sebebe dayandıklarını ileri sürmüşlerdir. Zira Allah
boşuna iş yapmaz. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak
ise boşunadır/abestir.

6. İbadet mükellefiyeti: Eş'arîlere göre kâfirler iman
etmekle yükümlü oldukları gibi, ibadet etmekle de
yükümlüdürler, ibadet etmedikleri için ayrıca ceza
göreceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kâfirler iman
etmekle yükümlüdürler, ibadetle değil, ayrıca ceza
görmezler.

7. İrtidat: Eş'arîlere göre irtidat eden kimse tekrar İslam
dinine dönerse amelleri de geri döner. Mâtürîdîlere
göre ise amelleri geri dönmez.
8. Ümitsizlik halinde yani son nefeste tövbe (tevbe-i
ye's): Eş'arîlere göre bu durumdaki bir tövbe geçerli
değildir. Mâtürîdîlere göre ise geçerlidir.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •