; Ünite 12 - Abbasiler Dönemi

Haberler:

Hiçbir başarı tesadüf değildir

Ana Menü

Ünite 12 - Abbasiler Dönemi

Başlatan Arif ARSLANER, Mar 27, 2024, 05:43 ÖS

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Arif ARSLANER

ABBASİLERİN KURULUŞU

� Abbasiler 750- 1258 yılları arasında hüküm süren ve adını Hz. Muhammed'in amcası Hz. Abbas'tan alan bir devlettir.
� Abbasiler Devleti, Moğollar tarafından 1258 yılında yıkılana kadar beş asır hüküm sürmüştür.
� Abbasi ailesi başlangıçta dedeleri Hz. Abbas gibi tarafsız durarak siyasetle pek ilgilenmemiştir.
� Ancak, Emevi yönetiminin onları başkent Şam'dan sürmesi üzerine bu tavırlarını değiştirdiler.
� Emevi Halifesi l. Velid, Hz. Abbas'ın torunu Ali'yi ve yakınlarını yönetimi ele geçirirler endişesiyle sürgün etti.
� Ali, 714 yılında Abbasi ailesiyle birlikte bugünkü Ürdün sınırları içinde kalan Humeyme köyüne yerleşip Emevilere karşı Abbasi hareketini başlattı.
� Abbasi hareketinin başladığı bu dönemde Emevilerde birçok olumsuzluk yaşanıyordu.
� Devlet otoritesi zayıflamıştı.
� Arap kabileleri arasında şiddetli savaşlar yaşanmaktaydı.
� Sıffin Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Hariciler, Emevilere karşı devamlı isyan hâlinde idiler.
� Kerbela'da Hz. Hüseyin şehit edildikten sonra halkın içinde Emevilere karşı büyük bir nefret oluşmuştu
� Hz. Ali taraftarı gruplar gittikçe güçlenmekteydi.
� Bunlar sadece Hz. Ali soyundan gelen kişilerin halife olabileceğini kabul ettikleri için Emevi yönetimini tanımıyorlardı.
� Bu nedenle de bazı bölgelerde Emevileri zora sokan isyanlar çıkarıyorlardı.
� Emeviler, yürüttükleri hatalı politikalar sonucu zamanla halkın desteğini kaybettiler.
� Daha kuruluş safhasında Emeviler, İslami değerlere uymayan saltanata dönüş yapmışlardı.
� Kendileri ve çevresindekiler hariç diğer Müslümanların haklarına yeterince önem vermemişlerdir.
� Müslüman da olsalar Arap olmayanlara ikinci sınıf insan muamelesi yaparak yönetimde onlara söz hakkı tanımamışlardır.
� Mevali daima ezilmiş, sadece Emevi hanedanı ve onların taraftarları iktidarın nimetlerinden istifade etmişlerdir.
� Bütün bu gelişmeler ve uygun ortam Abbasilerin işlerini kolaylaştırmaktaydı.
� Onlar da bu ortamdan yararlanmasını çok iyi bildiler.
� Abbasiler, hedeflerinin "Muhammed ailesinin iktidara gelmesi" olduğunu ve biatın, Peygamber ailesine mensup bir kişi üzerine olacağını vurguluyorlardı.
� Abbasiler daha harekete geçmeden önce Horasan'da kuvvetli bir güç olan Şiiler faaliyet hâlindeydiler.
� Şiiler de Hz. Muhammed'in ailesinden birinin halife olmasını istiyorlardı.
� Onların büyük bir kısmı Hz. Ali'nin torunu Ebu Haşim'in etrafında toplanmıştı.
� Ebu Haşim de ikametgâhını Humeyme'ye nakletti ve Abbasilerle ittifak yaptı.
� Böylece Abbasiler daha başlangıçta Şiilerin desteğini sağlamış oldular.
� Emevi karşıtı bu yeni cephenin liderliğini Abbasilerden Muhammed bin Ali üstlendi.
� Abbasi propaganda faaliyetlerinin merkezi Kûfe ve Horasan olarak belirlendi.
� Faaliyetleri yürütecek teşkilat, 718 yılında artık tam olarak kurulmuştu.
� Bundan sonra Abbasi hareketini on iki nakip (temsilci) ve bunlara bağlı yetmiş dâî (propagandacı) büyük bir gizlilik içinde yürütüyordu.
� Bu propagandacılar, Emevi baskısına karşı Hakk'ın mücadelesini yaptıklarını söyleyerek halkın desteğini istiyorlardı.
� Abbasiler, zamanla çok sayıda propagandacıyı değişik bölgelere gönderdiler.
� Her ne kadar ehlibeyt adını ön plana çıkararak halka mesaj vermişlerse de liderlik Abbasilerdeydi.
� Kendisinin de Peygamber ailesinin bir mensubu olduğunu her fırsatta halka anlatan Muhammed bin Ali, geniş kitlelerin sempatisini kazanmıştı.
� Muhammed bin Ali'nin vefatından sonra oğlu İbrahim, hareketin başına geçti.
� İbrahim de teşkilatçı bir liderdi.
� Horasan, propaganda çalışmalarının en etkili biçimde yapıldığı bölgelerdendi.
� İbrahim, Horasanlı Ebu Müslim'i 745 yılında bu bölgeye Abbasi ailesinin temsilcisi olarak gönderdi.
� Orada çalışmalar hızlandırıldı.
� Emevi Hükümdarı ll. Mervan, İbrahim bin Muhammed'i yakalayıp bir süre hapsettikten sonra idam etti.
� Yerine kardeşi Ebu Abbas geçti.
� Ebu Müslim'in Horasan'a gitmesi, Abbasi hareketi için bir dönüm noktası oldu.
� Ebu Müslim, 747 yılında Abbasilerin ihtilal bayrağını Horasan'da açtı.
� Kısa sürede oradaki Emevi ordusunu bozguna uğratarak bölgeye hâkim oldu.
� Bunu, Abbasi kuvvetlerinin 749'da Kûfe şehrine girmesi takip etti.
� Abbasiler, aynı yıl Kûfe'de Ebu Abbas'ı halife ilan ettiler.
� Ebu Abbas, halife olarak Kûfe de okuduğu ilk hutbede, yönetim hakkının sadece Abbasilere ait olduğunu dile getirdi.
� Ehlibeyte vurgu yaparak aslında kendilerinin de ehlibeytten olduğunu söylüyordu.
� Ebu Abbas, Kur'an-ı Kerim'den, ...
� " ...Ey Peygamber'in ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.",
� "De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." ayetlerini okuyarak adeta kendisini peygamber ailesiyle özdeşleştirip insanları ikna etmeye çalışmıştır.
� Emevi saltanatına son vermek amacıyla 750 yılında bir Abbasi ordusu Suriye üzerine yürüdü.
� Emeviler de büyük bir kuvvetle bu orduya karşı koydu.
� Fakat Zap Irmağı kıyısında yapılan savaş sonunda Emeviler yenildi.
� Abbasi ordusu, Emevilerin başkenti Dımeşk'e girdi.
� Yenilgiye uğrayan Emevi Hükümdarı II. Mervan, Mısır'a kaçtı.
� Ancak aynı yıl Abbasi askerleri tarafından burada yakalanarak öldürüldü.
� Böylece Emevi Devleti yıkılmış, yerini Abbasi Devleti almış oldu.
� Abbasiler, bu süreçte Emevi sülalesinden çok sayıda insanı ortadan kaldırdılar.
� Abbasiler, iktidara ulaşana kadar Şiilerle kurdukları birlikteliği bozmamaya dikkat ettiler.
� Ancak iktidarı ele geçirdikten sonra onlara sırt çevirdiler.
� Şiiler ise Abbasilerin bu tutumuna karşı Hz. Hasan'ın torunlarından İbrahim ve kardeşi Muhammed'in önderliğinde ayaklandılar.
� Halife Mansur, 762-763 yıllarında bu isyanı çok sert bir şekilde bastırdı.
� Muhammed Hicaz'da, İbrahim de Irak'ta öldürüldü.
� Böylece Şiilerin önde gelen liderleri ortadan kaldırıldı.
� Abbasiler hilafeti ele geçirdiklerinde insanlar, onları gerçek halifelik fikir ve idealini temsil eden kişiler olarak karşıladılar.
� Onlardan "mülk-devlet" yerine dine dayalı ve adil bir devlet kurmalarını bekliyorlardı.
� Nitekim halife, cuma namazlarında Hz. Peygamberin hırkasını giyiyordu.
� Etrafında, devlet işlerinde görüşlerini aldığı fakihler ve diğer din âlimleri bulunuyordu.
� Oysa gerçek farklıydı.
� Abbasi halifeleri, etrafa karşı dindar ve zahit görünmelerine rağmen halkın beklentilerine yeterli cevap vermemişlerdir.
� Ebu Cafer Mansur, 754 yılında iş başına geldiğinde Abbasi yönetiminin temellerini sağlamlaştırmak için bir dizi çalışma yaptı.
� Hilafet makamında gözü olan ve kendisini tanımayan amcası Abdullah'ı, Ebu Müslim'in yardımıyla ortadan kaldırdı.
� Ardından Horasan bölgesinde çok güçlü olan Ebu Müslim'i de ileride problem çıkarabileceği endişesiyle öldürttü.
� Bundan sonra çeşitli bölgelerde meydana gelen pek çok ayaklanma da Mansur tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.
� Mansur, iç tehditleri bu şekilde ortadan kaldırdıktan sonra Dicle Nehri'nin kıyısında ünlü Medinetü's- Selam (Bağdat) şehrini kurup başkent yaptı.
� Bağdat, kısa sürede dünyanın en önemli şehirlerinden biri hâline geldi.
� Mansur, devleti güçlendirmek ve sağlam temellere oturtmak için yaptığı bu icraatlarından dolayı Abbasilerin gerçek kurucusu kabul edilmiştir.
� Mansur, Mehdi, Harun Reşit, Me'mun, Mu'tasım ve Vasık dönemleri, Abbasilerin, "altın çağ"ı kabul edilir.
� İslam medeniyetinin temelleri, geniş ölçüde bu dönemlerde atılmıştır.
� 847 yılından sonra başlayan Gerileme Devri, Abbasilerin yıkıldığı 1258'e kadar devam etmiştir.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.

Arif ARSLANER

ABBASİLER YÖNETİMİNDE MEVALİ AĞIRLIĞI

� Emeviler, Arap milliyetçiliğini ön planda tutan bir yönetim anlayışına sahipti.
� Yönetim kadroları daha çok Emevilerin veya Arapların elinde idi.
� Arap olmayan Müslümanlar (mevali), ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı.
� Prensip olarak tüm Müslümanların eşit haklara sahip olması beklenirken uygulamada durum farklıydı.
� Mesela Arap olmayan Müslümanlardan daha fazla vergi alınmaktaydı.
� Hatta gayr-ı müslimlerden alınan cizye vergisi, Müslümanlardan da istenmekteydi.
� Diğer taraftan Araplar savaşlara süvari olarak katılırken diğer Müslümanlar piyade olarak görevlendirilmekte ve savaş ganimetlerinden Araplara göre daha az pay almaktaydılar.
� Bu uygulama, Ömer bin Abdülaziz tarafından kaldırıldı.
� Onun ölümünden sonra uygulama yeniden başladı.
� Abbasiler, bu katı Arap milliyetçiliğini terk edip Arap olmayan Müslümanlara da önem verdiler.
� Mevali, Araplarla eşit haklara sahip oldu.
� Hatta Araplardan daha imtiyazlı duruma yükseldi.
� Devlet kurulduğunda, yönetimde çok önemli makamlar, mevaliden bazı kimselere verildi.
� Örneğin Abbasiler hareketinin en güçlü isimlerinden biri olan Ebu Müslim, mevaliden idi.
� İlk Abbasi Halifesi Ebu Abbas, ona çok önem vermiştir.
� Çünkü Abbasiler onun sayesinde iktidara gelmişti.
� Halife Mansur, onun yardımıyla bazı isyanlara son verebilmişti.
� Abbasiler, Bağdat'ı başkent yaptıktan sonra Sasani yönetim biçimini örnek alarak halifelikten sonra en yetkili makam olan vezirlik makamını ihdas ettiler.
� Bu makama mevali vezirler atandı.
� Abbasi sarayında Farsça unvanlar kullanılır, Farsça şarkılar söylenir oldu.
� İran düşüncesi ve sanat anlayışı etkisini gösterdi.
� Horasanlı Ebu Müslim'in öldürülmesinden sonra da mevali, Abbasi yönetiminde gücünü korudu.
� İran kökenli Bermekiler buna örnek verilebilir.
� Aileden ilk Müslüman olan Halit Bermeki, Halife Ebu Abbas tarafından, gayr-ı müslimlerden alınan vergilerin toplandığı Divanü'l-Harâç ve asker maaşlarıyla ilgili kurum olan Divanü'l-Cünd'ün başına getirildi.
� Halit'ten sonra Bermeki ailesinden Yahya Bermeki, Azerbaycan valisi oldu.
� Ünlü Abbasi halifesi Harun Reşit, tahta geçince onu vezir tayin ederek kendisinden sonra ülkenin en güçlü yöneticisi konumuna yükseltti.
� Yahya, on yedi yıl vezirlik yaptı.
� Yönetimde mutlak bir iktidara ve yetkiye sahipti.
� İki oğlu Fazıl ve Cafer de yönetimde söz sahibi oldular.
� Fazıl, doğu vilayetlerinin, Cafer ise batı vilayetlerinin valisi olarak görev yaptı.
� Böylece Bermeki ailesi ülkenin taşra yönetimine de hâkim olmuştu.
� İranlı mevalinin yönetimdeki bu ağırlığı, Arapların tepkisine yol açmaktaydı.
� Araplar, Harun Reşit'in oğulları Emin (809-813) ile Me'mun (813-833) arasında çıkan savaşta, annesi İranlı olan Me'mun'a karşı annesi Arap olan Emin'in yanında yer aldılar.
� Bu savaştan Me'mun'un galip çıkması, Arapların yönetimden tamamen uzaklaştırılmalarına sebep oldu.
� İran kökenli kişiler vezir ya da komutan olarak yönetime ağırlıklarını koydular.
� Halife Harun Reşit, Bermekilerin yönetim için tehlike oluşturduklarını fark etti.
� Bir bahane ile 803 yılında Bermeki ailesini yönetimden tasfiye etti.
� Böylece doğabilecek bir karışıklığı aldığı tedbirlerle önlemiş oldu.
� Harun Reşit Devri (786- 809), Abbasi Devleti'nin en parlak dönemi olarak kabul edilir.
� Türkler de Abbasiler dönemi'nde oldukça etkin bir konuma yükseldiler.
� Türkler, özellikle Me'mun dönemi'nden itibaren yönetimde söz sahibi olmaya başladılar.
� Me'mun, halifeliğinin ilk yıllarında büyük ölçüde İranlıların desteğine dayanmaktaydı.
� Ancak sonra İranlıların idarede çok etkin duruma gelmeleri üzerine, bunları bir şekilde dengelemek istedi.
� Fakat Araplara da güven duymadığı için Türklerin yönetimdeki gücünü artırma yoluna gitti.
� Halifeliğinin son yıllarında ordudaki Türklerin sayısı on bini buldu ve komuta heyetinin çoğunluğu Türk komutanlardan oluştu.
� Me'mun'un ölümünden sonra kardeşi Mu'tasım da Türklerin desteği sayesinde halife oldu.
� O da çeşitli Türk ülkelerinden çok sayıda birlik getirerek ordunun büyük bir kısmını Türklerden oluşturdu.
� 836 yılında Samarra şehrini kurarak Türk birlikleriyle beraber halifelik merkezini oraya taşıdı.
� Böylece 892 yılına kadar sürecek olan "Samarra Dönemi" başlamış oldu.
� Bu süre içerisinde Türk komutan ve askerler, yönetim kadroları üzerinde ağırlıklarını iyice gösterdiler.
� Türkler, Mütevekkil'den itibaren halife seçimlerinde etkin rol oynadılar.
� Halifeler de Türk baskısından kurtulmak için çareler arıyorlardı.
� Çözüm olarak 892 yılında hilafet merkezi yeniden Bağdat'a taşındı.
� Ancak Bağdat'ta da devlet erkanı arasında rekabet sürdü.
� Halife Razi, adeta halife yetkileriyle donattığı Muhammed bin Raik el-Hazari'yi 936 yılında "emirü'l-ümera" tayin etti.
� Bu tedbir de sonuç vermedi.
� İmparatorluk artık gücünü kaybetmiş ve parçalanmıştı.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

ABBASİLERİN DİN POLİTİKASI

� Abbasiler, Emevilerle mücadele ederken dinî ve ehlibeyti öne çıkararak halkın desteğini almaya çalışıyorlardı.
� İktidar olduklarında, dine ağırlık veren bir politika izlediler.
� İlk Abbasi Halifesi Ebu Abbas, tahta çıktığı zaman Kûfe'de okuduğu ilk hutbesinde birçok ayet ve hadisi yorumlayarak halifeliğin dinî bir makam olduğunu belirtti.
� Ardından da bu makamın Dört Halife'den sonra yalnızca kendileri tarafından temsil edildiğini ilan etmiştir.
� Şiiler, halifeliğin Hz. Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin hakkı olduğunu savunuyorlardı.
� Ancak Abbasiler, halifeliğin Hz. Peygamber'in damadı Ali vasıtasıyla değil de amcası Abbas kanalıyla devam ettiğini ileri sürerek Şiilere karşı çıktılar.
� Yani Şiilere göre Hz. Ali, Abbasilere göre ise Hz. Abbas vasidir (Hz. Peygamber'in bıraktığı halife).
� Abbasi halifeleri, dine verdikleri önemi vurgulamak üzere, Hz. Peygamber'in cübbesini giyerek Cuma namazı kıldırmış, Mekke'de Mescid-i Haram'ı, Medine'de ise Hz. Peygamber'in mescidini genişletmişlerdir.
� Hac yollarını onarıp güvenli hâle getirmiş, içme suyu ihtiyacını karşılamak için kuyular açtırmışlardır.
� Abbasiler beş asır süren iktidarları döneminde ülkenin önemli merkezlerine cami, mescit, medrese ve kütüphaneler inşa ettiler.
� Bu dönemde İslami ilimler büyük inkişaf gösterdi.
� Tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimler müstakil birer disiplin hâlinde metodolojilerine kavuşturuldu.
� Abbasilerin mezheplere yaklaşımları zaman zaman çok farklılık gösterdi.
� Me'mun, Mu'tasım ve Vasık dönemlerinde olduğu gibi bazen katı bir Mutezile anlayışını uygulayarak "Kur'an mahluk değildir." diyen âlimlere işkence edip öldürdüler.
� Bazen Mütevekkil gibi halifeler, çoğunluğun benimsediği Sünni anlayışı destekleyip Sünniliğin temsilcisi konumundaki hadis bilginlerini ve hukukçuları himaye ettiler.
� Halife Me'mun ve daha sonra Mustansır Dönemi'nde olduğu gibi bazen de ehlibeyte çok büyük önem verip onların desteğini aldılar.
� Hatta Me'mun, 817 yılında Ali bin Musa'yı veliaht olarak ilan etti.
� Ali, erken vefat edince hilafet Alioğullarına geçmedi.
� Abbasiler, Arap olmayan halkların İslam dinîne girmelerini teşvik ettiler.
� Emeviler Dönemi'nde onlardan alınan fazla vergileri kaldırdılar.
� Yönetim kadrolarını onlara da açtılar.
� Bu politikalar sonucunda Mısır, Horasan, Türkistan bölgelerindeki insanlar kitleler hâlinde İslam dinine girdiler.
� Abbasiler, İslam dünyasını dış saldırılara karşı korumayı da din politikalarının bir parçası olarak gördüler.
� Özellikle Bizanslılara karşı düzenlenen askerî seferlerin bazılarına bizzat halifeler de katılmış ve böylece fethe verdikleri önemi ortaya koymuşlardır.
� Özellikle Harun Reşit Dönemi'nde merkezi Antakya olan Avasım eyaleti kurularak Türklerden oluşan askerî birlikler buralara yerleştirilmiştir.
� Tarsus da bu eyaletin çok önemli bir karargâhı idi.
� Harun Reşit, Anadolu'ya seferler düzenleyip Ereğli'ye kadar geldi.
� Bizans, anlaşma yaparak vergi vermeyi kabul etti.
� Halife Mu'tasım, bir sefer düzenleyip Ankara üzerinden Afyon'a kadar ilerleyerek Bizans'a gözdağı vermiştir.
� Böylece Bizans'ın önü kesilmiş, ülke ve din korunmuştur.
� Abbasiler, eski İran din ve mezheplerine mensup kişi ve grupların bazen Müslümanlık görüntüsü altında yeniden dirilme çabalarını yakından takip ettiler.
� Gerektiğinde bunları en ağır biçimde cezalandırdılar.
� Eski İran-Horasan dinleri olan Zerdüştlüğe ya da Maniheistliğe bağlılıklarını gizlice sürdürüp iki ilaha (nur ve zulmet tanrılarına) inanan Zındıklara karşı mücadele etmek için "Divanu'z-Zenadıka" adlı bir teşkilat kurmuşlardır.
� Bunların dışında da kendisini peygamber ilan eden Zerdüşt dinîne mensup Bihaferit gibi birçok sapık grupla mücadele etmişlerdir.
� Abbasiler isyan etmeyen ve zimmi statüsü verilmiş olan Yahudi ve Hristiyanlara asla müdahale etmediler.
� Onlar dinlerini rahatça yaşadılar, mabetlerinde ibadetlerini özgürce yaptılar.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

İÇ SORUNLAR

� Abbasi Devleti, beş yüz yılı aşan ömrü içerisinde nedenleri farklı çok sayıda iç sorunla karşılaştı.
� Bunların başında halifeliği kimin üstleneceği konusu yer aldı.
� Hilafet meselesi, Abbasilerin kuruluşundan yıkılışına kadar çözemedikleri bir sorun olmuştur.
� Örneğin bir yandan halifenin ehlibeyt'ten seçilmesi gerektiğini savunan ehlibeyt taraftarlarıyla sürekli yapılan mücadele, öte yandan Harun Reşit'in oğulları arasındaki halifelik çekişmesi Abbasileri yıpratmıştır.
� Bu kardeş çekişmesinde birbirleriyle rekabet hâlinde olan Arap kabileleri de yeniden mücadelelerine başlamışlardır.
� IX. yüzyıl ortalarından itibaren halife tayininde hem Abbasi sarayındaki şehzade annelerinin hem de Türklerin rolü oldukça arttı.
� Buna bağlı olarak halifelik tahtına en yetenekli ve en layık olanlar yerine ya kadınlardan en etkin olanların oğulları ya da Türk komutanların uygun bulduğu isimler oturtuldu.
� Bu durum gerek Abbasi hanedanının kendi içinde gerekse Araplarla Türkler arasında bazı karışıklıklara ve iç hesaplaşmalara yol açtı.
� Bütün bunların yanında son dönem halifelerinin dirayetsizliği, Abbasilerin önce parçalanmasına sonra da yıkılmasına neden olmuştur.
� Abbasiler iktidara geldiğinde imparatorluğun sınırları Türkistan içlerinden Pirene Dağları'na, Kafkaslardan Hint Okyanusu'na ve Büyük Sahra içlerine kadar uzanıyordu.
� Bu sınırlarıyla tarihin de en büyük imparatorlukların başında geliyordu.
� Ancak o zamanın şartları göz önüne alınacak olursa bu kadar geniş bir imparatorluğu ayakta tutmanın kolay olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
� Nitekim Abbasilerin iktidara geldiği ilk yıllardan itibaren kopmalar başladı.
� Endülüs'ün istiklalini kazanmasından sonra yavaş yavaş bütün Kuzey Afrika'da bağımsız ve yarı bağımsız devletler ortaya çıkmaya başladı.
� İşte iç sorunların bir bölümü, bu yönetim merkezinden uzak bazı bölgelerdeki valilerin ya da bölgesel liderlerin bağımsızlık isteğinden kaynaklanmaktaydı.
� Örneğin Horasan bölgesinde Tahiriler ve Samaniler, Suriye ve el-Cezire'de Hamdaniler, Sistan bölgesinde Saffariler, Mısır'da Tolunoğulları, Kuzey Afrika'da Ağlebiler bu şekilde ortaya çıkmışlardı.
� Abbasiler iç sorunlardan biri olan Emevilerle uğraşmak zorunda kalmışlardır.
� Emevi sülalesinden gelenler, fırsat buldukça Emevi Devleti'ni tekrar canlandırmak için harekete geçiyor ve isyan çıkarıyorlardı.
� Nitekim Emin ile Me'mun arasındaki mücadele sürerken Emevi sülalesinden Ali bin Halit isyan ederek Suriye üzerine yürüdü ve bir süre Suriye ve çevresini kendisine bağladı.
� Fakat Abbasiler, bu hareketi çok fazla genişlemeden durdurmayı başardılar.
� Aynı şekilde çeşitli dönemlerde ayaklanan Şiiler her defasında kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
� Basra ile çevresinde ortaya çıkan Zenciler Hareketi, iç sorunlar arasında sosyal ve ekonomik nedenlerle ortaya çıkmıştı.
� Bu bölgede tarla ve tuzlalarda çalışan çok sayıda zenci köle, çalışma şartlarının ağırlığından şikâyet ederek 869 yılında Hz. Ali soyundan olduğunu söyleyen Ali bin Muhammed adlı bir kişinin önderliğinde ayaklandı.
� İsyan kısa sürede genişleyerek Abbasi yöneticilerini tedirgin edecek bir boyuta ulaştı.
� Birbiri ardına yeni grupların katılmasıyla isyan, süratle yayıldı.
� Zencilerin askerî harekâtı başlangıçta oldukça parlaktı.
� Güney Irak ve Güneybatı İran'ın önemli bölgelerini hâkimiyetleri altına alıp Basra ve Vasıt'ı zapt ettiler.
� Böylece Bağdat'ı da tehdit etmeye başladılar.
� Nihayet uzun ve çetin mücadelelerden sonra Türk komutan ve askerlerin katkıları sayesinde 883 yılında isyan güçlükle bastırılabildi.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

4.1. Yönetim Karşıtı Dinî ve Siyasi Hareketler

� Abbasiler Dönemi'nde devlet içinde meydana gelen dinî- siyasi hareketlerin başında Hz. Ali'nin torunları ve onları destekleyen Şiilerin çıkardığı isyanlar gelmektedir.
� Abbasi halifeleri, Hz. Ali soyundan gelenleri sürekli takip ettiriyor ve baskı altında tutuyorlardı.
� Bu nedenle Mansur Dönemi'nde iktidarı ele geçirmek için Hz. Hasan'ın soyundan gelen Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye ve kardeşi İbrahim, Mansur'a karşı harekete geçtiler.
� Uzun müddet gizli çalışan ve halifenin takibinden kurtulmak için devamlı yer değiştiren bu iki kardeş, nihayet ailelerine yapılan baskıya dayanamayarak ortaya çıktılar.
� Medine'de başlayan isyan, kısa sürede Mekke'ye, oradan da Basra ve çevresine yayıldı.
� Bu vilayetlerde Muhammed'e halife olarak biat edildi.
� Ancak 762 yılında Muhammed, ertesi yıl da İbrahim yakalanarak idam edildi.
� Şiilerin isyanları bununla bitmedi.
� Halife Hadi (785- 786) Dönemi'nde Medine'de yine Hz. Hasan'ın torunlarından Hüseyin bin Ali, Abbasileri tanımadığını belirtti.
� Ayaklanarak Medine ve Mekke'yi kontrol altına alıp kendisini halife ilan etti.
� Ancak Abbasiler, Hüseyin bin Ali'yi öldürmek suretiyle bu isyanı da bastırdılar.
� Hüseyin'in kardeşi İdris, kaçarak bugünkü Fas'ın üzerinde bulunduğu topraklara yerleşti.
� Harun Reşit zamanında kurulacak olan İdrisiler Devleti'nin temellerini attı.
� Halife Me'mun, taht kavgasında kardeşi Emin'e üstünlük sağlayınca Merv'de bulunduğu sırada kendi yerine ehlibeytten Ali er-Rıza'yı veliaht tayin etmek istedi.
� Bağdat'daki Şiiler, bu haberi alınca hemen Hz. Hasan'ın soyundan İbrahim bin Mehdi'yi halife ilan ettiler.
� Me'mun'un, Ali er-Rıza ile ilgili kararından vazgeçerek Bağdat'a dönmesi üzerine İbrahim bin Mehdi, halifelik makamını terk etmek zorunda kaldı.
� Mu'tasım (833-842) Dönemi'nde bu sefer Hz. Hüseyin'in soyundan gelen Muhammed bin Kasım, Horasan'da isyan edip halktan biat almaya başladı.
� Fakat Abbasilerin Horasan Valisi Abdullah bin Tahir tarafından yakalanan Kasım hapsedildi.
� 10. yüzyılda Şiilik, Abbasilere karşı halk direnişini yeniden etkileyen bir faktör oldu.
� Geniş bir alanda propaganda yapıldı.
� Şia'nın bir kolu olan İsmailîlerin dinî-siyasî kışkırtmaları, Irak, Suriye ve Bahreyn'de Karmati denilen ayaklanmaya sebep oldu.
� Bahreyn'de Karmatiler devleti kuruldu.
� Karmatiler, Basra ve Kûfe'ye sadırdılar.
� Hac yolunu kesip Mekke'yi yağmaladılar.
� Hacerülesved'i söküp Ahsa'ya götürdüler.
� Burada yirmi bin silahlı eşkıya yaşıyordu.
� Yirmi yıl sonra Hacer-i Esvet'i tekrar iade ettiler.
� Öte taraftan 925 yılında bağımsız bir devlet kuran Şii Büveyhiler 945 yılında Bağdat'ı işgal edince artık Abbasi halifelerinin siyasi bir otoritesi kalmadı.
� Halife, sembolik bir dinî lider olarak yerinde kaldı.
� Hariciler, Emeviler Dönemi'nde olduğu gibi Abbasiler Dönemi'nde de bazı isyan girişimlerinde bulundular.
� Abbasilerin kuruluş yıllarında Berberîlerin toplu olarak katılmasıyla güçlenen Hariciler, Kuzey Afrika'da çeşitli isyanlar çıkardılar.
� Haricilerin İbazıyye koluna mensup olan Benî Rüstem, Tahert'te Rüstemîler Devleti'ni kurmaya muvaffak oldu.
� Bunlar ve benzeri diğer Harici gruplarla uzun süre mücadele edildi.
� Kuzey Afrika'nın yanı sıra Irak ve Horasan da bu isyanların meydana geldiği bölgelerdi.
� Harun Reşit Dönemi'nde, halifenin zulüm ve haksızlık yaptığı gerekçesiyle Musul ve Kirman'da gerçekleşen Harici ayaklanmaları, bunlar arasında en tehlikeli olanıydı.
� Halife, Musul İsyanı'nı zorlukla bastırabildi.
� Aynı yıl Kirman'da başlayıp Afganistan'a kadar genişleyen diğer Harici isyanına ise ancak Me'mun Dönemi'nde son verilebildi.
� Abbasiler, mevaliye değer verince Hariciler, Emeviler Dönemi'ndeki kadar kendilerine taraftar bulamadılar.
� Horasan'da ortaya çıkan Yusuf bin İbrahim el-Berm adlı Harici, Abbasilere isyan edince (777) Halife Mehdi-Billah, Sicistan Valisi Yezid bin Mezyet eş-Şeybani'yi Yusuf'un üzerine gönderdi.
� Vali Yezid, bazı bölgeleri işgal eden Yusuf'u mağlup etti.
� Çeşitli bölgelerde farklı Harici gruplar, zaman zaman ayaklandıysa da bunlar devlet kuvvetlerince hemen bastırıldı.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

4.2. İslam Karşıtı Dinî ve Siyasi Hareketler

� Abbasiler Dönemi'nde isyan eden bazı gruplar, hem yönetime hem de İslam'a karşı çıkıyorlardı.
� Amaçları, İslam'ı yıkmak ve eski dinlerini yeniden yaşatmaktı.
� İran ve Horasan kaynaklı bu hareketlerin en tehlikeli olanları Ravendiyye, Mukanna (Peçeli), Babek, Mazyar ve Zındıklık hareketleridir.

Mukanna İsyanı:

� Horasan'daki isyanların en tehlikelisi Mukanna (Peçeli) İsyanı'dır.
� Bu isyan, Abbasileri uzun süre uğraştırdıktan sonra ancak 789 yılında bastırılabildi.
� Adı Hâkim bin Haşim olan bu kişi, çirkinliğini gizlemek veya tanınmamak için yüzüne süslü bir peçe taktığından kendisine peçeli denmiştir.
� Önce peygamberlik daha sonra da ilahlık iddiasında bulunan İranlı Mukanna, İslam dininin yayılmasını engellemek için Merv'de isyan başlattı.
� O, ruhun bir bedenden diğer bedene girmesi anlamına gelen tenasüh inancını savunmaktaydı.
� Allah'ın sırasıyla Âdem, Nuh ve Ebu Müslim'in bedenine girdiğini, en son da kendi bedeninde belirdiğini iddia ediyordu.
� Bundan başka o, taraftarlarına İslam'daki ibadetleri kaldırdığını ve haramları helal kıldığını açıkladı.
� Ayrıca eski İran inançlarından olan Mazdekiliğe uygun olarak mal ve kadınları herkes için ortak hâle getirdi.
� Zalim ve ahlaki zaafiyeti olmasına rağmen birçok taraftar buldu.
� Halife Mehdi, Mukanna'nın üzerine bir ordu gönderdi.
� Mukanna, Keş yakınında bulunan Siyam Kalesi'ne yerleşti.
� Abbasi ordusunun kuşatmasının uzun sürmesi üzerine kurtuluşunun mümkün olmadığını anlayınca ailesi ve taraftarlarıyla birlikte intihar etti.

Babek İsyanı:

� Abbasiler Devri'nde ortaya çıkan isyanların en önemlisi ve en tehlikelisi; geniş bir alana yayılması, devamlılığı, teşkilatlanması ve bütünlük arz etmesi bakımından, Babek İsyanı'dır.
� Babek'in de Mukanna'nın fikirlerine benzer görüşleri vardı.
� O da ilahlık taslıyor, tenasühe inanıyor ve haramları helal kabul ediyordu.
� Taraftarları arasında Kur'an okuyanlar bulunsa da onlar namaz kılmaz ve oruç tutmazlardı.
� Bu görüşleri benimseyenler aynı zamanda Hürremiler olarak da bilinir.
� Siyasi ve askerî sahada dikkate değer kabiliyetlere sahip olan Babek'in taraftarlarının çoğunu köylüler teşkil ediyordu.
� O, büyük arazilerin taksim edileceğini vadediyor ve sözünü de tutuyordu.
� 816 yılında Azerbaycan'da isyan bayrağını açan Babek, uzun müddet isyanını devam ettirmiş, İran ve Ermenistan eyaletlerine hâkim olmuştu.
� Ermenistan kralı ve Bizans'tan da destek alan Babek, üzerine gönderilen kuvvetleri mağlup edip nüfuz alanını genişletmişti.
� Bazz'da karargâh kuran Babek, çevredeki Müslüman halka saldırarak kadın çocuk demeden herkesi öldürdü.
� İsyanı bastırmak için Azerbaycan'a birbiri ardına valiler tayin edildi.
� Ancak valilerin bütün çabalarına rağmen Me'mun döneminde isyana son verilemedi.
� 837 yılında Halife Mu'tasım, yirmi yıldır devleti meşgul eden bu isyanın üstesinden gelebilmek için Afşin, İnak et-Türkî ve Beşir et-Türki gibi Türk komutanları görevlendirdi.
� Uzun mücadelelerden sonra Abbasi güçleri 838 yılında Babek'in bulunduğu Bezz kentine girmeyi başardı.
� Yapılan muharebede mağlup olan Babek, Afşin tarafından yakın adamlarıyla birlikte yakalanarak Bağdat'ta idam edildi.

Mazyar İsyanı:

� Taberistan bölgesinde Mazyar adında bir Mecusi, 839 yılında isyan etti.
� Halife Mu'tasım, Horasan Valisi Abdullah bin Tahir'i isyanı bastırmakla görevlendirildi.
� Türk komutanlardan Afşin, Vali Abdullah'ın başarısız olmasını istiyordu.
� Çünkü Afşin, Horasan valiliğine talipti.
� Mazyar'a bir mektup yazarak gizlice destek verdi.
� Ancak isyan bastırıldı.
� Mazyar idam edildi.
� Afşin ise ihanetle suçlanarak hapse atıldı ve orada öldü.

Zındıklar Hareketi:

� Müslüman göründükleri hâlde eski dinleri Zerdüştlük'e veya Maniheistlik'e bağlı olan kişilere zındık, bunlardan oluşan topluluklara da Zenadıka denmiştir.
� Hz. Ömer Dönemi'nde İran ele geçirildikten sonra çok sayıda İranlı, İslam dinine girmeye başladı.
� Ancak bunların bir bölümü görünürde Müslüman olmuştu.
� Zındık denilen bu kimseler, Emeviler Dönemi'nin sonlarında, özellikle de Abbasilerin ilk dönemlerinde asıl inançlarını yaymak için birtakım çabalar içine girdiler.
� Bu çerçevede gerek Farsçadan Arapçaya tercüme ettikleri eserlerle gerekse uygun buldukları ortamlarda şiir ve edebiyatı kullanmak suretiyle fikirlerini yaymaya çalıştılar.
� Abbasi yöneticileri, zındıklara karşı başlangıçtan itibaren sert önlemler aldılar.
� Özellikle Halife el-Mehdi (775- 785) ile yerine geçen oğlu el-Hadi (785-786) dönemlerinde söz konusu kişi ve gruplara karşı etkin bir mücadele yürütüldü.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

MERKEZÎ İDAREDEN KOPMALAR

� Abbasiler, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde çok geniş bir coğrafyaya hükmetmekteydiler.
� Ancak böyle büyük bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için merkezî yönetimin çok güçlü olması gerekiyordu.
� Oysa Abbasiler, daha kuruluş yıllarındayken 756'da bağımsız Endülüs Emevi Devleti'nin kurulmasıyla merkezî yönetimden ilk kopmalar başlamış oldu.
� Abbasilerde zaman zaman merkezî yönetimin gücünü yitirdiği dönemler olmuştur.
� Bu iktidar zafiyeti, dokuzuncu halife Vasık'tan sonra artarak devam etmiştir.
� Artık devleti çöküşe doğru götürecek olan gerileme dönemi başlamıştır.
� Buna bağlı olarak devlet, egemenliğini korumakta yetersiz kalmıştır.
� Şiiler, Hariciler, bazı valiler, kendi bölgelerinde güçlü ve etkili olan bazı aileler, merkezî yönetimin güçsüzlüğünden yararlanarak özellikle uzak bölgelerde bağımsız ya da yarı bağımsız devletler oluşturma yoluna gitmişlerdir.
� VIII. yüzyıl sonlarına doğru Abbasilerin artık yeterince kontrol edemedikleri Kuzey Afrika topraklarında Hariciler, 777'de Cezayir'de Rüstemiler Devleti'ni, ehlibeyt taraftarları ise 788'de Fas'ta İdrisiler Devleti'ni kurdular.
� Halife Razi, 936 yılında devlet erkânı arasındaki uyumsuzluğa son vermek amacıyla halife yetkileriyle donatılmış olan emirü'l-ümera makamını ihdas edip yetkilerini devretti.
� Bu durum, halifenin otoritesini kaybetmesi anlamına geliyordu.
� Hilafet merkezinin Samarra'dan Bağdat'a taşınmasından sonra da bazı Türk komutanlarının kendi başlarına davranmaları, istediklerini halife yapmaları, istemediklerini halifelikten uzaklaştırmaları ve yabancıların emirü'l-ümera olarak atanmaları yönetim boşluğunun açık göstergesi olmuştur.
� Merkezî yönetimdeki bu zaafiyetle, iç ve dış sorunlar karşısında daha fazla dayanamayan Abbasiler, IX. yüzyıldan itibaren parçalandı.

� Bazı valiler, idare ettikleri vilayetleri birer devlete dönüştürdüler.
Bu devletlerin başlıcaları şunlardır:


Ağlebiler (800- 909):
� Tunus'a vali olarak atanan İbrahim bin Ağlep et-Temimi tarafından kuruldu.
� Temimi, Kayrevan'ı merkez yaparak Trablusgarp, Fas ve Cezayir'e hâkim oldu.
� Ağlebiler, tersaneler kurup fetihler yaptılar.
� Sicilya'yı ve İtalya'nın bazı bölgelerini aldılar.
� Sonra da Fatımiler Devleti'ne yenilip yıkıldılar.

Tolunoğulları (868- 905):
� Bir Türk komutanının oğlu olan Ahmet, Mısır'da vali olduğu zaman bağımsızlığını ilan etti.
� Sonra Abbasilerle anlaşarak haraç ödeyip 37 yıl süren bir devlet kurdu.

İhşidiler (935-969):
� Muhammed bin Tuğç tarafından Mısır'da kurulan bir aile devletidir.
� Halife Razi tarafından vali olarak atanan Muhammed, Suriye ve Mısır'a hâkim oldu.

Tahiriler (821-875):
� Horasan Valisi Abdullah bin Tahir tarafından İran'da kurulan bir Şii devletidir.
� Yakup bin Leys, bölgeyi işgal edince saltanatları sona erdi.

Saffariler (870-1163):
� Yakup bin Leys es-Saffar adında bir Harici, Sistan'da bu devleti kurdu.
� Herat, Belh ve Kabil'i de alarak otuz üç yıl hüküm sürdü.
� Kalaycılık yaptığından dolayı saffar ismini almıştır.

Samaniler (874-999):
� Fergana Valisi İsmail bin Ahmet tarafından kurulan bu devlet zamanla genişleyerek bir asırdan fazla hüküm sürdü.
� Samani ailesi, Me'mun zamanından beri itibarlıydı.
� Horasan ve İran'daki hizmetlerinin yanı sıra İslam'ın Türkistan'da yayılmasına ve Karahanlıların Müslüman olmalarına büyük katkıları oldu.
� Bu devletler, idareleri altındaki topraklarda birer hükümdar gibi hareket ederlerdi.
� Abbasi halifelerine bağlılıklarının işareti olarak cuma hutbelerinde onların adlarını anarlar ve paraların üzerinde kendi adlarıyla birlikte halifelerin adlarını da yazdırırlardı.
� 10. yüzyılda, Abbasi toprakları üzerinde yönetimi iyice zayıflatan iki önemli devlet daha ortaya çıktı.

� Bunların biri Büveyhiler (932-1062), diğeri ise Fatımiler'di (909-1171).
� Her iki devlet de Şiiler tarafından kurulmuştur.
Büveyhiler, köken itibarıyla İranlı olan Ebu Suça Büveyh tarafından 932' de kuruldu.
� İran'da egemenliklerini kurduktan sonra 945 yılında Abbasi halifesinin bulunduğu Bağdat'ı işgal ettiler.
� Halife Müstekfi, Ahmet Büveyhi'yi emirü'l-ümera olarak atadı.
� Bundan sonra bir asrı aşkın bir süre Abbasi yönetiminde etkili oldular.
� Abbasi halifelerini tamamen kendi kontrolleri altına aldılar.
� Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'a girip Büveyhilerin iktidarına son verdi.
� Böylece Abbasi hanedanını da Büveyhilerden kurtardı.
� İran'daki Büveyhiler ise yedi sene daha iktidarını sürdürdü.
Bir diğer Şii devleti olan Fatımiler ise Şii imamlarından Ubeydullah Mehdi tarafından 909 yılında Kuzey Afrika'da kuruldu.
� Devleti kuranlar, Hz. Fatıma yoluyla Hz. Peygamberin soyundan geldiklerini söyleyerek yeni devlete Fatımiler adını verdiler.
� Ağlebileri ve İdrisileri mağlup edip Kuzey Afrika'ya hâkim oldular.
� Abbasiler gibi Fatımiler de İslam dünyasına hâkim olmak istiyorlardı.
� Bu amaçla bir taraftan Mağrip ve Endülüs üzerinde egemenlik kurmaya çalıştılar.
� Endülüs Emevi Devleti'yle deniz savaşları yaptılar, diğer taraftan da Abbasilere bağımlı İhşidlilerin elinden Mısır'ı aldılar ve yönetim merkezlerini buraya taşıdılar.
� Mısır'da ve Kahire'de sanat değeri çok yüksek mimari eserler meydana getirdiler.
� Mesela Ezher Üniversitesi ve Camii bu dönemde inşa edilmiştir.
� Bağdat'ı işgal etmek için Suriye üzerine seferler düzenlediler.
� Mekke ve Medine'nin içinde bulunduğu Hicaz bölgesine hâkim olup burada hutbeleri kendi adlarına okuttular.
� Fatımilerin Abbasiler aleyhine gelişen bu tehlikeli ilerleyişi, yine Selçuklu Türklerinin devreye girmesiyle durdurulabildi.
� Haçlı seferleri sırasında Fatımiler zayıfladılar.
� Bizans'la anlaşmalar yaptılar. Hükümeti ve askerî işleri artık vezirler yürütüyordu.
� Selahattin Eyyubi bu devletin hükümranlığına son verdi.

ASKERİ VE SİYASİ İLİŞKİLER

� Abbasiler, varlığını beş asır devam ettirmiş bir devlettir.
� Bu uzun süre içinde çevresinde ve içeride, birçok siyasi olaylarla karşılaşmıştır.
� Öncelikle Kuzeybatı sınır devleti olan Bizans ile ilişkileri önemlidir.
� Bizanslılarla ilişkiler, Halife Mehdi zamanında başlamıştır.
� Oğlu Harun Reşit komutasındaki İslam ordusu 782'de Kostantiniye'ye giremedi fakat Üsküdar sahillerine kadar ulaşmıştır.
� Yılda 70.000 ve 90.000 dinar iki taksitte ödeme şartıyla kraliçe İrene ile barış anlaşması imzaladı.
� 838 yıllarında Mu'tasım, bir sefer tertip etti.
� Fakat ordu, Amorium şehrine kadar gitti ve memleketteki isyan sebebiyle geri geldi.
� Mut'asım'dan sonra, Bizans üzerine hiçbir ciddi sefer yapılmamıştır.
� Ancak hudud boylarındaki askerler zaman zaman akınlar düzenlemekle yetinmişlerdir.
� Bu seferlerin hedefi, askeri kuvvetleri talimli tutmak, yetiştirmek ve ganimet toplamaktır.
� Abbasiler zamanında, meydana gelen siyasi olaylardan bir diğeri de, Abdullah b. Ali'nin isyanı ve ortadan kaldırılmasıdır.
� Abdullah b. Ali, Halife Seffâh ile Mansur'un amcası, Abbasilerin kuruluşunda önemli rol oynayan bir devlet adamıdır.
� Abdullah b. Ali, Abbasi Devleti'nin kurulması üzerine Suriye valiliğine tayin edildi.
� Aşırı ihtirasının sonucu olarak, devletin emniyetini tehdit eder hale geldi.
� Abdullah, Ebu'l-Abbas es-Seffâh'ın ölümü üzerine halifelik iddiasında bulundu.
� Kendisini biat etmeye zorlayan, Halife Ebu Ca'fer el-Mansur'a isyan etti.
� Halife Ca'fer, bunun üzerine ünlü komutan Ebu Müslim'i onun üzerine gönderdi.
� Ebu Müslim'e karşı savaşmayacaklarını tahmin ettiği 17.000 Horasanlı askerini öldürttü.
� Nusaybin yakınlarında, Ebu Müslim ile giriştiği savaşta mağlup oldu ve savaş meydanını terk ederek Basra valisi olan kardeşi Süleyman'a sığındı.
� Süleyman ve diğer kardeşi İsa, Halife Cafer'den kardeşlerinin affını istediler.
� Halife de onu affetti.
� Ancak daha sonra yakalatarak, Hire'de temeline tuz doldurulmuş bir eve hapsettirdi.
� Yaklaşık yedi yıl hapishanede kalan Abdullah, akıtılan suların tuzları eritmesiyle çöken binanın enkazı altında can verdi.
� Abbasi devletinin kurucusu Seffâh, Emevi hanedanından sağ kalanları ve taraftarlarını takip etti.
� Abbasiler, Emevilerden intikam almada aşırı giderek onların kökünü kurutmaya çalıştılar.
� Abbasilerin, Emevilere karşı beslediği intikam ruhu Seffah'ın ölümüyle son bulmadı.
� Halife Me'mun da, seleflerinin yolunu takip etti.
� Hatta daha da ileri giderek, Muaviye b. Ebu Süfya'nın cuma hutbelerinde lanetlenmesini emretti.
� Abbasiler, Emevi hanedanı ve taraftarlarını cezalandırma şiddetini artırarak, halife mezarlarını kazdırarak cesetlere işkence yapmaya kadar vardırdılar.
� Ümeyyeoğullarını ve taraftarlarını öldürüp, mallarına el koydular.
� Abbasiler devrinde, Hz. Ali oğullarından ilk isyan edenler, Muhammed b. Abdullah ve kardeşi İbrahim'dir.
� O dönemde, Hz. Hüseyin evladının en meşhuru da İmamiye Şîası'nın lideri Ca'fer Sadık b. Muhammed Bâkır'dı.
� Fakat o bu konuda sessiz kalmayı tercih etti.
� Bir diğer Hz. Ali evladından olan kişi de Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'dir.
� Hilafete heveslenen ilk kişi oldu.
� Bu düşüncesini de Hz. Ali'nin torunlarından biri olmasına bağlıyordu.
� Hâlbuki Abbasiler, onları memnun etmek için bol hediye vermek ve yumuşak söz söylemek gibi birçok yollara başvuruyorlardı.
� 762 yılında Muhammed, gizlice davetini yayıp uzun zaman gizlendikten sonra, artık ortaya çıkmaktan başka çare kalmadığına karar verdi.
� Mekke ve Medine halkı, imametini kabul etti ve kendisi de "Emîru'l- Mü'minîn" lakabını aldı.
� Halife Mansur, Muhammed'in üzerine İsa b Musa komutasında bir ordu gönderdi.
� Medine'de yapılan savaşta öldürüldü ve başı kesilip İsa b. Musa'ya gönderildi.
� Diğer taraftan Basra'da isyan eden kardeşi İbrahim de üzerine gönderilen İsa b. Musa'nın ordusu tarafından Bâhamra denilen yerde yapılan savaşta yenildi (25 Zilkade 145-762).
� Halife Hâdi zamanında, Medine'de halkı etrafında toplayan Hüseyin b. Ali, Mekke ve Medine'de 169-786'isyan etti.
� Hüseyin, Medine'de isyan ettikten sonra on gün orada kaldı ve sonra Mekke'ye hareket etti.
� Mekke'ye altı mil uzaklıktaki Fah vadisinde Abbasi ordusu karşısında kahramanca savaştıktan sonra öldürüldü.
� Kendisi ile beraber ailesinden bazıları da kılıçtan geçirildi.
� Bundan sonra da Hz. Ali evladından olanların isyanları devam etti.
� Yahya b. Abdullah ve kardeşi İdris b. Abdullah,Muhammed b. Cafer ve Kasım b. İbrahim, Cafer-i Sâdık'ın oğlu Muhammed Dîbac, isyanları devam ettirdiler.
� Abbasilerin ilk yıllarında Ezârika, Sufriyye ve Necedât gibi bazı Harici kolları Irak ve çevresi ile Kuzey Afrika'da birtakım isyan hareketlerine girişmişlerdi.
� Ancak bunlar devlet kuvvetleri tarafından hemen bastırıldılar.
� Zenci isyanlarından sonra, İsmailî ve Şii fikirlerin toplumda etkileri devam etti.
� Hamdan Karmat adındaki bir dai (ajan), ilk defa Küfe'de Sevad köylüleri arasında etkili olmaya başlamıştı.
� İsmailî çeteler de 801-806 yılları arasında Suriye, Filistin ve el-Cezire'de faaliyette idiler.
� Bahreyn bölgesindeki Karmatîler ise Ahsa'da 20.000 kadar silahlı çete kurarak kuzeye doğru ilerlediler ve Kûfe'yi yağmaladılar.
� 929'da Mekke'yi işgal ederek Hacerülesved'i Ahsâ'ya götürdüler.
� Hacerü'l-Esved, ancak 20 yıl sonra Fatımi aracıların vesilesiyle tekrar yerine konuldu.
� Karmatilerin etkisi ve faaliyetleri, XI. yüzyılda da devam etti.
� İnanç sistemleri, genellikle Şiiliğin, Batıniliğin ve eski İran inançlarından esinlenmekteydi.
� Kısacası ülkelerin çeşitli yerlerinde düşünce ve inanç ayrılıklarına ve siyasi hâkimiyete dayanan çatışmaların ve isyanların çıkması Abbasi Devleti'ni siyasi bakımdan zayıflatmıştır.
� Nitekim Şiilik, Mukannaiye, Babekiyye, Karmatilik, İsmaililik Haşhaşilik gibi cereyanlar ve onların merkezi otoriteye karşı isyan hareketleri büyük kitlelere mal olmuş ve halifeleri uzun yıllar uğraştırmışlardır.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

MOĞOL İSTİLASI VE ABBASİLERİN YIKILIŞI

� Abbasiler, Moğol istilası öncesinde zor günler geçirmekteydi.
� Başta Kuzey Afrika olmak üzere çoğu bölgede nüfuzunu kaybetmişti.
� Büyük Selçuklu Devleti de dağılarak yerini birtakım küçük devletlere bırakmıştı.
� Frankların öncülük ettiği Haçlı orduları, Kudüs'ü ele geçirmek amacıyla İslam dünyasına üst üste seferler gerçekleştiriyorlardı.
� Abbasi halifesinin siyasi ve askerî gücü kalmadığı için Haçlılara karşı koyamıyordu.
Harzemşahlar (1097- 1231),
� Bu dönemde sınırları içine Maveraünnehir, Harzem, İran ve Irak'ı alan büyük bir imparatorluğa dönüşmüştü.
� İslam dünyasının liderliğini hedefleyen bu devlet de Abbasilerle rekabet hâlindeydi.
� Hz. Ali soyundan olan bir kişiyi halife ilan edip onun adına hutbe okutmaya başlamışlardı.
� İslam âlemi bu durumda iken Cengiz Han liderliğindeki Moğollar, Çin'e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra batıya yönelerek İslam dünyasını istila etmeye başladı.
� Moğollar, Harzemşahlar Devleti'ni birkaç yıl içinde çökerttiler.
� Artık onlara karşı koyabilecek bir güç kalmamıştı.
� Cengiz Han'dan sonra da Moğol istilası devam etti.
� Moğollar; Semerkant, Buhara, Taşkent, Harizm ve Belh şehirlerini yerle bir ettiler.
� Son olarak Azerbaycan ve İran'ı alarak buralara yerleştiler.
� Böylece Abbasilerle Moğollar komşu iki devlet hâline geldiler.
� Cengiz Han'ın torunlarından Hülagu, Bağdat'ı almak üzere harekete geçti.
� 1258 yılının ocak ayında Bağdat önlerine geldive kenti kuşattı.
� Bağdat, Moğollara karşı dayanacak güçte değildi.
� Barış girişimlerinden de sonuç alınamayınca son Abbasi Halifesi Mustasım Billah diğer devlet yetkilileriyle birlikte teslim olmak zorunda kaldı.
� Hülagu, teslim olanları öldürttü.
� Beş yüz yıldır İslam dünyasının en gözde şehri olan Bağdat, diğer İslam şehirleri gibi tahrip edildi.
� Şehir yağmalanıp yakıldı.
� İnsanlar kılıçtan geçirildi.
� Asırlardır gelişen bir medeniyet acımasızca yok edildi.
� Saraylar, camiler, kütüphaneler ve diğer tarihî ve mimari eserler yerle bir edildi.
� Kütüphaneler ve kitaplar ateşe verildi.
� Yakılan kitaplardan arta kalanlar Dicle Nehri'ne atıldı.
� Moğolların Bağdat'ı işgal etmeleri, İslam tarihinde büyük bir felaket olarak kabul edilmektedir.
� Bu olay, etkisini siyasi alandan daha çok uygarlık alanında göstermiştir.
� 750- 1258 yılları arasında beş yüz sekiz yıl hüküm süren Abbasiler, İslam tarihindeki en uzun ömürlü devletlerden biridir.
� İslam medeniyeti, en parlak dönemlerinden birini bu devlet zamanında yaşamıştır.
� Abbasi halifeleri, Müslümanlara hem siyasi hem de manevi olarak liderlik yapmışlardır.
� Moğolların Bağdat katliamından kurtulan Abbasi şehzadesi Ahmet, Şam'a sığınmıştı.
� İlk Memluk Sultanı Baybars, Suriye'ye saldıran Moğol ordularını yenip burayı kendisine bağladı.
� Daha sonra Şam'daki şehzade Ahmet'i Kahire'ye götürdü ve 1261'de onu sembolik olarak halife ilan etti.
� Memluk sultanı bu davranışıyla manevi nüfuz kazandı.
� Böylece üç yıl önce Bağdat'ta sona erdirilen Abbasi halifeliği, üç yıl sonra Kahire'de yeniden canlandırılmış oldu.
� Bu halifeler devlet işlerine karışmayan, sembolik dinî liderlerdi.
� Dinî amaçlara yönelik birtakım vakfiyeler onların kontrolündeydi.
� İsimleri, sultanların isimleriyle beraber hutbelerde zikrediliyordu.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

ABBASİLERİN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

� Abbasiler, İslam kültür ve medeniyetine birçok alanda katkıda bulunmuşlardır.
� Abbasilerin İslam medeniyetine kazandırdıkları kurumların başında vezirlik müessesesi gelmektedir.
� Vezir, Abbasi devlet yönetiminde halifeden sonra en yetkili kişiydi.
� Gerektiğinde mezalim mahkemelerine (yüce divan) başkanlık yapar, maliyeden gerekli yerlere harcama yapardı.
� Valilerin tayini ve azli yetkisi de ona aitti.
� Vezirlerin yetkili olduğu birçok farklı divan bulunurdu.
� Bu divanlardan oluşan merkezî bir divana başvezir başkanlık ederdi.
� Abbasi şehirlerinin asayiş ve güvenliğini şurta adı verilen polis teşkilatı sağlamaktaydı.
� İlk zamanlarda adli teşkilata bağlı olan şurta daha sonra müstakil bir birim hâline geldi.
� Abbasi devlet teşkilatının bir diğer birimi de haciplik idi.
� Haciplik, halifeyi suikastlere karşı korumak ve halkın halifeyi gereksiz yere meşgul etmesini engellemek amacıyla kurulmuştu.
� Merkeziyetçi bir karaktere sahip olan Abbasi Devleti'nin diğer bir kurumu da emirü'l-ümeralıktır.
� Bu müessese, halifenin siyasi otoritesinin zayıflaması üzerine idareciler arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesine son vermek için kurulmuştur.
� Divanü'l-Ceyş'in idare ettiği Abbasi ordusunun temelini murtazıka (ücretli) adı verilen nizami ve daimi statüdeki muvazzaf askerler oluşturmuştur.
� Bunların maaşları devlet tarafından ödenirdi.
� Bunun yan ısıra gönüllü olarak orduya katılan ve zekâtla ganimetten pay alan ikinci bir grup daha vardı ki bunlara mutatavvıa (gönüllü) denirdi.
� Başlangıçta Abbasi ordusu Araplar, İranlılar, Türkler, Zenciler ve Berberilerden oluşurken daha sonraları ordunun etnik yapısı zenginleşti.
� Türklerin ordudaki etkinliğinin artmasıyla sistem değişikliğine gidildi ve onlu sisteme geçildi.
� Ayrıca büyük şehirlerde gemi üretimine geçen Abbasiler denizciliğe de önem verdiler.
� Abbasilerde adalet teşkilatı mahkeme, mezalim mahkemeleri ve hisbe teşkilatından oluşmaktaydı.
� Fakihler arasından seçilen kadıları valiler atamaktaydı.
� Valilerin atadığı kadılar Harun Reşit'ten itibaren kurulan Kadı'l-Kudat teşkilatı tarafından atanmaya başladı.
� Abbasilerin kurduğu bu teşkilat daha sonraki devletlerde de uygulandı.
� Abbasilerin İslam medeniyetine en büyük katkısı ilim ve düşünce alanında olmuştur.
� Abbasi halifeleri bilime büyük önem vermişler ve bilim adamlarını himaye ederek onları desteklemişlerdir.
� Bilime ve felsefeye olan desteklerinin en büyük kanıtı halife Memun zamanında kurulan Beytü'l-Hikme'dir (832).
� Bu merkez hem bir kütüphane hem de bir tercüme merkezi olarak kullanılmıştır.
� Bu merkez aracılığıyla Latinceden tıp, felsefe, astronomi gibi bilim dallarına ait onlarca eser Arapçaya tercüme edilmiştir.
� Bu tercüme hareketleri sonrasında Müslüman bilim adamları bilimsel alanda özgün çalışmalar yapmışlar ve zengin bir bilimsel ortam geliştirmişlerdir.
� Harun Reşit Dönemi'nde özellikle tıp gelişmiş ve din farkı gözetilmeksizin herkese hizmet veren büyük bir hastane açılmıştır.
� Felsefi ekoller, Abbasiler Dönemi'nde ortaya çıkmıştır.
� Farabi, Ebu Bekir Razi, İbn Miskeveyh, İbn Sina gibi filozoflar Batı dünyasını da etkileyen çalışmalar ortaya koymuşlardır.
� Abbasiler Devri'nde kimya alanında Cabir bin Hayyan, zooloji alanında Cahız, Yakubi, Serahsi, Makdisi gibi bilginler öne çıkmıştır.
� Abbasiler Dönemi İslam ilimleri açısından da bir teşekkül ve gelişme devri olmuştur.
� Tefsir ilmi sistemli hâle gelmiş ve ilk tefsir örnekleri ortaya çıkmıştır.
� Bu dönemin en önemli eseri Taberi'nin Camiu'l- Beyan adlı tefsiridir.
� Zemahşeri'nin Keşşaf ve Razi'nin Mefatihu'l-Gayb adlı tefsirleri bu dönemde tefsir ilminin geldiği seviyeyi göstermesi açısından önemlidir.
� Ayrıca bu dönemde hadis alanında tasnif çalışmaları gelişmiş ve Kütüb-i Sitte'yi oluşturan eserler meydana getirilmiştir.
� Abbasilerin ilk iki yüz yılı fıkhın tedvin edildiği ve fıkhi mezheplerin oluştuğu dönem olması açısından önemlidir.
� Bu dönemde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir.
� Emevîler devrinde başlayan fıkhın tedvîni bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak zirveye ulaşmıştır.
� Abdullah b. Mübârek, Ebû Sevr, İbrâhim en-Nehaî, Hammâd b. Ebi Süleyman gibi fıkıh âlimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze kadar gelmemişse de İmam Mâlik'in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiîn fetvalarını ve kendi ictihadlarını ihtiva eden el-Muvatta'ı İmam Muhammed'in el- Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû Yûsuf'un el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Ümm külliyatı zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış eserlerdir.
� Yine büyük fıkıh alimlerinden Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel'de bu dönemde yaşamışlardır.
� Ayrıca bu dönemde kelam ilmi sistemleşmiş ve tasavvufi düşünce ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
� İslam tarihinin ilk bilimsel kaynakları da Abbasiler Dönemi'ne aittir.
� Bu dönemde Cahız, Belazuri, Taberi, Mesudi, İbn Nedim ve İbnü'l-Esir gibi tarihçiler ilk dönemleri anlatan eserler yazmışlardır.
� Bütün bu özellikleri sebebiyle Abbasilerin ilk iki yüz yılına İslam ilimlerinin teşekkül ettiği dönem denilebilir.
� Abbasiler Dönemi'nde açılan kütüphaneler İslam medeniyetinin geldiği noktayı gösterir mahiyettedir.
� Musul'da Darü'l-İlim, Kerh Kütüphanesi, Mustansırıyye Medresesi Kütüphanesi, Bağdat ve Basra kütüphaneleri bu dönemin en önemli ve zengin kütüphaneleridir.
� İslam dünyasında kalıcı etkiler bırakan olaylardan biri de başkent değişikliğidir.
� Emeviler Dönemi'nde devletin başkenti Şam iken Abbasilerle birlikte Bağdat'a alındı.
� Başkentin Bağdat'a alınması sadece mekân değişikliği değildi.
� Bu değişiklik aynı zamanda Orta Asya ve Uzakdoğu'ya yeni açılımları içeriyordu.
� Nitekim artık devlet içinde Türkler etkili olmaya başlamış ve Türklerle birlikte Orta Asya ve Uzakdoğu'nun sanat anlayışı da İslam medeniyeti içine girmişti.
� Yeni kurulan Bağdat, Rakka ve Samarra gibi şehirler; Uhaydir Sarayı, Samarra Ulu Cami ve Hakan Sarayı gibi eserler Abbasiler Dönemi'nin sanat örnekleridir.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

TÜRK ARAP İLİŞKİLERİ
� Türk Arap ilişkileri İslam öncesi Cahiliye Dönemi'ne kadar uzanmaktadır.
� Türklerle Araplar, özellikle ticaret merkezlerinde karşılaşmışlardır.
� Askerî anlamda ilk karşılaşma ise Hz. Ömer döneminde olmuştur.
� Daha sonra Emeviler Dönemi'nde Türklerle Araplar arasında çetin askerî mücadeleler başlamıştır.
� Ancak Abbasiler Dönemi'nde bu mücadele, sertliğini kaybetmiş ve Türklerle Araplar birbirini yakından tanıma imkânı bulmuştur.
� Türkler uzun bir süreçten sonra İslam'ı farklı bölgelerde farklı boylar hâlinde kabul etmeye başladılar.
� Bu süreç İdil (Volga) Bulgarları, Karahanlılar ve Oğuzlarla (Selçuklu) devam etti.
Emeviler Öncesi
� İslam öncesi Türk Arap ilişkilerinin yansımaları Cahiliye Dönemi şiirlerinde görülmektedir.
� O dönem Arap şairleri ortaya koydukları edebî ürünlerinde Türklerin askerî kabiliyetleri, cesaret ve kahramanlıkları üzerinde durmuşlardır.
� Öte yandan İslam öncesi Arapları İpek Yolu vasıtasıyla Çin'e kadar uzanan ticari faaliyetleri sırasında da Türkleri tanıma imkânı bulmuşlardır.
� Hz. Peygamber zamanında Türklerle ile Müslümanlar arasında doğrudan bir askerî karşılaşma olmamıştır.
� Ancak Hz. Peygamber ve ilk kuşak Müslümanlar Türkler ve Türk ürünleri hakkında az da olsa bilgi sahibi idiler.
� Hadis külliyatımızda özellikle Kütüb-i Sitte denilen altı kitapta Türklerle ilgili söylenmiş bazı hadislere rastlanır.
� Örneğin Buhari, Müslim ve Ebu Davut gibi kaynaklarda geçen hadislerde Türklerin yüz, göz ve burun şekilleri, giysileri, Türklerin Araplara dokunmadığı sürece Arapların Türklere dokunmaması gerektiği gibi hususlarda stratejik bilgiler verilmiştir.
� Hz. Peygamberin Türklerle ilgili bu bilgileri Basra ve Bahreyn'e birçok kez seyahat yapmış olması sonucu edinmiş olması mümkündür.
� Buralarda Türklerle karşılaşmış ve onları tanımıştır.
� Hz. Peygamberin ticaretle uğraştığı bu dönemde ipek yolunu elinde tutan Göktürkler, Basra ve Bahreyn'e gelen Türk tüccarlar, Türk asıllı esirler ve Türk asıllı köleler ile karşılaşmış olması kuvvetle muhtemeldir.
� Ayrıca Müslümanlar Hendek Muharebesi'ne hazırlanırken Hz. Peygamber bir Türk çadırında (el Kubbetü't-Türkiyye) oturmuş ve yine bir keresinde de bir Türk çadırında itikâfa çekilmiştir.
� Dört Halife Dönemi'nde de Türk Arap ilişkileri devam etmiştir.
� Hz. Ebu Bekir Dönemi'nde (632-634) kayda değer bir Türk Arap ilişkisi bulunmazken, Hz. Ömer'in halifelik yılları (634-644) Türk Arap ilişkileri açısından bir dönüm noktasıdır.
� Araplar, 642 yılında İran'ı Nihavent Savaşı'yla fethettiler.
� Böylece Türklerin yaşadığı Horasan ve Toharistan bölgelerinin yolları Araplara açıldı.
� Ahnef bin Kays komutasında kibir Arap ordusu Ceyhun Irmağı'nı geçerek ilk kez doğrudan Türklerle karşı karşıya geldi.
� Ancak hiç beklemedikleri bir sırada Türklerin mukavemetiyle karşılaştılar.
� Bu ordu Hz. Ömer'in emriyle kısa bir süre sonra Belh'e geri çekildi.
� Türklerin Arap ordularıyla karşılaştıkları ve çetin savaşlara girdikleri bölgelerden biri de Kafkaslardır.
� Hz. Ömer (634-644) ve Osman (644-656) zamanında düzenlenen seferlerle Arap orduları Azerbaycan ve Ermenistan'ı fethettiler.
� Sonra Kafkas dağlarının kuzeyinde bulunan Hazar Türkleri ile karşı karşıya geldiler.
� Müslüman Araplarla Türkler arasında ilk ciddi çarpışma 653 yılında gerçekleşti.
� Bu çarpışmalar sonunda Araplar Hazar'ın Belencer kentine ulaştı.
� Ancak karşılaştıkları şiddetli direniş karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar.
� Hz. Ali Dönemi'nde (656-661) iç karışıklıklar nedeniyle Türk yurtlarına yapılan fetih hareketlerine ara verildi.
� Ancak daha önce fethedilen Horasan, Toharistan ve Kafkaslar elde tutulmaya çalışıldı.

Emeviler Dönemi

� Emeviler Dönemi'nde (661-750) Araplar Türk bölgelerine sık sık akınlar düzenledi.
� Ancak bu akınlar düzenli ve planlı değildi.
� Bu tür akınlar, Ziyad bin Ebihi'nin Basra valisi tayin edilmesine kadar devam etti.
� Ziyad, vali olur olmaz iç işlerini düzene koydu ve Horasan üzerinden yapacağı fetih harekâtının yol haritasını belirledi.
� Bu maksatla Horasan'da yeni ordugâhlar kurdu ve 671 yılında Kûfe ve Basra'dan elli bin civarında kişiyi getirerek merkezi Merv olmak üzere Herat, Nişapur ve Belh'e yerleştirdi.
� Böylece Türkistan'a karşı girişilecek fetihlerde kilit noktayı oluşturan Horasan vilayeti teşekkül etti.
� Ziyad bin Ebihi'nin vefatından sonra Horasan vilayeti müstakil hâle geldi ve valiliğine oğlu Ubeydullah bin Ziyad getirildi.
50
� O da babasının fetih politikasını izledi. Horasan'dan yapılan akınlarla Aşağı Türkistan (Maveraünnehir) bölgesindeki Türk şehirlerinden Beykent ve Tirmiz'i fethetti.
� Buhara ve Semerkant'ı da yıllık vergi öder hâle getirdi.
� Horasan valisi olarak 705 yılında görevlendirilen Kuteybe bin Müslim, Aşağı Türkistan'ın tümünü ele geçirmeyi amaçlayan büyük bir askerî harekât başlattı.
� Bu bölge nüfusunun çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu.
� Ancak aralarında siyasi bir birlik yoktu.
� Bu durum Müslüman Arapların ilerlemesini kolaylaştırdı.
� Kuteybe, önce Toharistan'ın Türk yöneticisi Nizek Tarhan ile barış anlaşması imzalayıp bu bölgeyi kendisine bağladı.
� Sonra Aşağı Türkistan'a yönelerek Beykent, Buhara ve Semerkant'ı fethetti. 713'te de Fergana ve Şaş'ı (Taşkent) ele geçirdi.
� Emevi komutanları, fethettikleri Türk bölgelerinde halka yer yer çok sert davranıyordu.
� Bu tür davranışlar karşısında zaman zaman isyanlar çıktı.
� Örneğin bu zulüm ve baskılara dayanamayan Merv halkı sonunda Haris bin Süreyç önderliğinde isyan etti.
� Süreyç, haksızlığa uğrayanları yanına toplayarak Emevi yönetimine karşı başkaldırdı.
� Emevilere mağlup olunca Türk Hakanı Sulu Çor'a sığınarak Emevilere karşı birlikte savaştılar.
� Emeviler, son yıllarında Araplara başkaldıran Maveraünnehir halkını yatıştırmak için adalete önem veren bir yönetim izlemeye çalıştı.
� Bu uygulama bölge insanı üzerinde etkili de oldu.
� Ancak o yıllarda Emevilere karşı hızla gelişmekte olan Abbasi hareketinin yankıları Türkistan coğrafyasına kadar ulaştı.
� Bu hareket, Emevi yöneticilerinin adaletsiz politikalarından şikâyetçi olan
� Türkler arasında da etkili oldu.
� Nitekim Harezm, Soğd, Toharistan ve Taşkentli Türkler Abbasi hareketinin Horasan'da öncülüğünü yapan Ebu Müslim el-Horasani'nin yanında yer aldılar.

Abbasiler Dönemi

� Abbasilerin iktidara gelmesiyle (750-1258) hem Türk bölgelerindeki yöneticiler hem de uygulanan siyaset değişti.
� Emeviler zamanında Türk yurtlarına yapılan hücumlar yavaşladı.
� Bazı yerlerde tamamen durdu.
� Abbasilerin ilk halifesi Ebu'l -Abbas çıkarttığı bir emirname ile Müslüman olanlardan asla cizye alınmayacağını ilan ederek Emeviler Döneminde uygulanan vergi adaletsizliğinin önüne geçmek istedi.
� Abbasilerin iktidara geldikleri dönemde, Maveraünnehir'i de içine alan Batı Türkistan, Çin tehdidi ile karşı karşıya idi.
� 738 yılında Türgiş Devleti'nin iç karışıklıklar nedeniyle iyice zayıflaması, Çin nüfuzunun aşamalı olarak İli Vadisi ve Issık Gölü çevresine gelmelerine sebep olmuştu.
� 748 yılında Çinliler, kendileri için tehdit olarak gördükleri Göktürk şehzadelerinin yönetimi altındaki Taşkent'e saldırdılar.
� Hükümdar Bagatur Tudun'u öldürdüler ve bölge halkına çok sert davrandılar.
� Bu durum karşısında, bölgedeki Türk boyları, Çinlilere karşı birlikte hareket etme kararı aldılar.
� Ancak oluşturdukları birliğe rağmen, dış destek olmaksızın Çinlilerle başa çıkmaları mümkün olmadı.
� Bu nedenle o sırada henüz yeni kurulmuş olan Abbasi Devleti'nden yardım istediler.
� Horasan'dan gönderilen Abbasi kuvvetleri ile Çinliler, 751 yılında Talas Nehri yakınlarında karşılaştılar.
� Beklenmedik bir anda Karluk Türklerinin saldırısına uğrayan Çinliler, geri çekilmek zorunda kaldı (751).
� Talas Savaşı böylece Türk ve Arapların lehine sonuçlanmış oldu.
� Talas Savaşı, Türk tarihi için olduğu kadar Türk Arap ilişkileri açısından da bir dönüm noktası olmuştur.
� Talas Savaşı sonrasında Hazar Türkleriyle Araplar arasındaki ilişkiler aksi yönde gelişmeler gösterdi.
� Hazarlar, Anadolu ve İran'daki Abbasi topraklarına girerek (776) Araplara ağır kayıplar verdirdiler.
� Hazarlar daha sonra Arapların kendi aralarında anlaşmazlığa düşmelerinden yararlanarak 799 yılında bir kez daha Abbasi topraklarına girdiler.
� Ermeniyye ve Azerbaycan'da büyük başarılar elde ederek geri çekildiler.
� Bundan sonra uzun süreli bir barış dönemi başladı.
� 9. yüzyılın ortalarından itibaren Abbasiler, Türkistan bölgesindeki politikalarını daha çok siyasi, ticari ve dinî alanlarda yoğunlaştırdı.
� Bunun sonucu olarak Türkler büyük gruplar hâlinde Müslüman olmaya başladı.
� Bazı Türk devletleri İslamiyet'i resmî din olarak benimsedi.
� Onların başında İdil (Volga) Bulgar Devleti gelir.
� Bunu Karahanlı Devleti izledi.
� 10. yüzyılda ise Türklerin en büyük kolu olan Oğuzlar Müslüman oldu.

TÜRKLERİN İSLAM DİNİNE GİRİŞİ

� İslamiyet'in doğduğu dönemde, Çin saldırıları sonucu birliğini kaybeden Göktürk Devleti yerine birçok yeni Türk devleti kurulmuştu.
� Yeni kurulan devletlerin birçoğu Gök Tanrı, Manihaizm ve Budizm gibi dinleri benimsemişti.
� Türkler, 642 yılında Nihavent Savaşı'ndan sonra ilk kez Müslüman Araplarla karşı karşıya geldiler ve bu zamandan itibaren İslamiyet'le ilgili bilgi edinmeye başladılar.
� Türklerin Araplarla karşılaşmalarıyla birlikte İslam dinine giriş süreci de başladı.
� Ancak İslam, Türklerin tamamına aynı zamanda tebliğ edilmedi.
� Bu sebeple Türklerin bir kısmı İslam'la muhatap olurken diğer bazı Türk toplulukları, böyle bir dinden uzun bir zaman sonra haberdar oldu.
� Dolayısıyla Türklerin İslam dinine girişi uzun zaman dilimine yayıldı.
� Emeviler Dönemi'nde Türkistan'da gerçekleştirilen fetihler sonrasında Türkler, İslam'ı daha yakından tanıma fırsatı buldular.
� Ancak Emevilerin takip ettiği bazı olumsuz politikalar Türkler arasında İslam'ın yayılmasını engelledi.
� Emeviler Dönemi'nde yapılan bütün yanlış ve haksız uygulamalara rağmen bazı olumlu gelişmeler de yaşandı.
� Örneğin Kuteybe bin Müslim, valiliği zamanında (705-715) Buhara, Beykent ve Semerkant gibi Türk şehirlerinde camiler yaptırdı.
� Ayrıca fethedilen yerlerde Türk ailelerin yanına bazı Müslüman Arap ailelerini yerleştirdi.
� Buhara ve başka bazı yerlerde cuma namazına gelenlere teşvik amaçlı hediyeler dağıttı.
� Emevi halifeleri arasında Ömer bin Abdülaziz (717-720) İslam'ın yayılması için en çok çaba gösteren kişidir.
� Ancak halifeliği çok kısa sürmüştür.
� O Emevilerin umumi politikalarına karşı çıktı ve Müslümanlar arasında ayrım yapılmaması gerektiğini savundu.
� Valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi davranılmasını ve Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istedi.
� Türkistan seferlerini durdurdu, bölgeye yeni idareciler atadı ve onlardan adil bir yönetim icra etmelerini istedi.
� Türk yöneticilerine İslam'ı tebliğ amaçlı mektuplar gönderdi.
� Yine Türklerin yaşadığı bölge ve şehirlerde, Müslüman bilginleri İslam'ı tanıtmakla görevlendirdi.
� Onun döneminde Maveraünnehir'de İslamiyet diğer dönemlere oranla daha çok yayıldı.
� İdareci ve kumandanların halka insanca muamele ettiği dönemlerde İslamiyete daha sıcak bakılmış ve aynı oranda İslamiyet benimsenmiştir.
� Emeviler Dönemi'ndeki bu çabalar sonucunda Arapların yönetimine geçen bölgelerde yaşayan Türklerin bir kısmı Müslüman oldu.
� Ayrıca Aşağı Türkistan'da bazı küçük devletlerin yöneticileri de İslam'ı seçtiler.
� Örneğin Bazğiş ve civarının hükümdarı Nizek Tarhan, Toharistan Hakanı Yabgu Beg, Buhara Hükümdarı Tuğşat, Semerkant ve Soğd Hükümdarı Akşit Guzek (Oğuz Beg) Müslüman oldular.
� Abbasiler, Emeviler gibi katı bir politika izlemedi.
� Abbasilerin bu tutumu, Türkler arasında İslamiyet'in yayılmasını hızlandırdı.
� Abbasiler, Arap olmayanlara karşı Emevilere göre daha sıcak davrandılar.
� Diğer taraftan Talas Savaşı'ndan sonra Türklerin Abbasilerle yakınlaşması, Türklerin İslamiyet'i benimsemesine müsait bir ortam hazırladı.
� Bu savaştan sonra İslamiyet, Türkler arasında daha geniş çapta yayıldı.
� Abbasilerin ikinci halifesi Cafer el-Mansur'la (754-775) birlikte Türkler, Abbasi Devleti'nde görev almaya başladı.
� Öte yandan oğlu Mehdi (775-785) de Soğd, Toharistan,Fergana, Uşrusana, Karluk, Dokuzoğuz ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler- göndererek onları İslam'a davet etti.
� Halife Me'mun (813-833) Aşağı Türkistan ve çevresinde İslamiyet'in yayılması için yoğun çaba sarfetti ve hükümdar ailelerini İslam'a davet etti.
� Bu gayreti neticesinde Uşrusana Hükümdarı Kavus, Müslüman oldu.
� Yine Me'mun zamanında İslam dinine girip Abbasi Devleti'nde görev alan Afşin, Aşnas, Boga ve İtah gibi Türk komutanlar, geldikleri bölgelerin yönetici ya da hükümdar ailesine mensup kimselerdi.
� Türklere gösterilen bu sıcak ilgi Mu'tasım (833-842) döneminde de devam etti.
� Böylece Me'mun ve Mu'tasım dönemlerinde Meveraünnehir ahalisinin büyük çoğunluğu İslamiyet'i kabul etti.
� Zamanla İslam dini Abbasi sınırları dışında kalan kalabalık Türk toplulukları arasında da yayılma gösterdi.
� Karadenizin ve Hazar denizinin kuzeyinde yaşayan Türk boyları Arapların hâkimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslamiyet, zaman zaman düzenlenen askerî sefer ve ticari faaliyetler neticesinde yayılma imkânı buldu.
� İslamiyet aynı dönemlerde Hazar Türkleri arasında da yayılmaya başladı.
� Ticaret ve ordunun büyük ölçüde Müslümanların kontrolü altına girmesi, bu ülkede onlara güç kazandırdı.
� Hazar hakanı, diğer din mensuplarına tanımadığı bazı ayrıcalıkları Müslümanlara tanımış olmasına rağmen Hazar Türklerinin tamamı Müslüman olmadı.
� Onlardan bir kısmı İslam'dan önce kabul ettikleri Hristiyanlık ve Musevilikte kaldı.
� Doğu Avrupa'da bulunan İdil (Volga) Bulgar Hanlığı (922), Türk devletleri arasında ilk kez İslamiyet'i devlet dini olarak kabul etti.
� Onların İslam'ı kabul etmelerinde Harezmli Müslümanların önemli rolü oldu.
� Bulgar Hanlığı'ndan sonra Orta Asya'da bulunan Karahanlılar (840-1212) da İslamiyet'i devlet dini olarak kabul etti.
� Genç yaşta Müslüman olan Satuk Buğra Han'ın, amcası Oğulcak'ın yerine Batı Karahanlılar devletinin başına geçmesiyle halk hızlı bir şekilde Müslüman oldu.
� Bundan sonra Türkler kitleler hâlinde İslam'a girmeye başladılar.
� Nitekim 960 yılında Karluk, Yağma, Çiğil ve Tushi gibi Türk boylarından iki yüz bin çadırlık bir Türk topluluğu İslam'a girdi.
� Yine 1043-1044 yıllarında on bin çadırlık bir Türk topluluğu İslamiyet'i kabul ederek ilk kurban bayramında yirmi bin kurban kestiler.
� Türk boylarından bir kısmı İslamiyet'i kabul ettikten sonra Müslüman olmayan soydaşlarına karşı İslam'ı tebliğ etmeye başladı.
� Diğer taraftan ticaret kafileleriyle gelen din bilginleri ve sufiler de halk arasında İslam'ın yayılmasına önemli katkı sağladılar.
� Örneğin zengin bir tüccar olduğu hâlde mala mülke önem vermeyerek kazancını yoksul insanlarla paylaşan mutasavvıf Şakik-i Belhi (öl. 790) Budist Türklerin yaşadığı bölgelere giderek onlara İslam'ı anlattı ve Türklerin İslamiyet'i seçmesinde etkin rol oynadı.
� Yine Sufi İbrahim bin Ethem (öl. 783) de Şakik-i Belhi gibi Budist Türkler arasında İslamiyet'i yaymaya çalıştı.
� 2110. yüzyılın başlarında Oğuz Türklerinin elinde bulunan Yenikent ve Cent gibi şehirlerde Arap kolonileri oluştu.
� Oğuzlar Müslüman Araplarla kurdukları iyi ilişkiler neticesinde İslam'ı öğrendiler.
� Ayrıca bazı Müslümanlar da bu bölgede sevgi ve hoşgörüyü öne çıkararak İslam'ı anlatıyordu.
� Bu çalışmalar sonucu İslamiyet 11. yüzyılda Oğuzlar arasında hâkim bir din hâline geldi.
� Maveraünnehir Müslümanları, Oğuzlardan Müslüman olan kesimi Müslüman olmayan soydaşlarından ayırmak için "Türkmen" olarak isimlendirdi.
� Oğuzların İslam'ı kabul etmesiyle yeni bir Müslüman Türk devleti olan Selçuklular (1038) doğdu.
� Oğuzların Müslüman olmasının ardından birçok boy da Müslüman oldu.
� Türklerin İslam'a girişi 11. yüzyıldan sonra da aralıksız devam etti.
� Seyhun'un ötesi ve kuzeydeki Türkler arasında 15. yüzyılda, Kırgız ve Kazaklarda da 16. yüzyıl sonlarında bu süreç büyük ölçüde tamamlandı.
� İslam, Türkler arasında silah zoruyla yayılmadığı gibi bir anda da yayılmadı.
� Bütün bunlara rağmen Türklerin İslam dinine girişlerini kolaylaştıran bazı sebepler vardı.
� Türklerin millî bünyesine, ruh ve karakterine uyan İslam dinini kabul etmeleri onlara yeni bir atılım gücü kazandırdı.
� İslam, Türklerin millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynamıştır.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ
� İslamiyeti resmî din olarak kabul eden ilk Müslüman Türk devletleri, İdil (Volga) Bulgarları, Karahanlı ve Gaznelilerdir.

İdil (Volga) Bulgar Hanlığı:

� Hazar Denizi'nin kuzeyinde İdil (Volga) Irmağı'nın orta havzasında kurulduğundan bu adla anılmıştır.
� Bulgarlar, 7. Yüzyılın sonu ile 8. yüzyılın başlarında bu bölgeye geldiler.
� MS 3. yüzyıldan beri burada bulunan muhtelif Türk topluluklarını da yönetimlerinde birleştirip bölgeyi Türkleştirdiler ve İdil (Volga) Bulgar Devleti'ni kurdular.
� Coğrafi konumları ticarete çok müsait olduğu için ticarete önem verdiler.
� Harezm ve Samanili Müslüman tüccarlarla ticaret yaparlarken İslam'ı tanıdılar.
� Tüccarlar sayesinde İslam dini, Bulgarlar arasında yayılmaya başladı.
� Bu gelişme 900'lü yıllarda Bulgarlar arasında İslam dininin önemli ölçüde yayılmasını sağladı.
� Bulgar Hanı, Abbasi halifesine bir elçi göndererek İslam'ı kabul ettiklerini, bölgesinde bu dini öğretecek muallimler, ayrıca ibadet için cami, mescit ve kendilerini savunmak için kale yapımında yetenekli ustaların gönderilmesini istedi.
� Halife, bu istekleri memnuniyetle karşıladı ve bir elçi heyeti gönderdi.
� 21 Haziran 921'de Bağdat'tan yola çıkan heyet, 12 Mart 922 tarihinde Bulgarlara ulaştı.
� Onlar vasıtasıyla birçok dinî kurum inşa edildi.
� İdil (Volga) Bulgarları tarihe Doğu Avrupa'da kurulan ilk Müslüman Türk devleti olarak geçti.23 1237 yılında Bulgarlara saldıran Moğollar köy ve şehirleri yerle bir ettiler.
� Bundan sonra Altınordu Devleti'nin egemenliğine giren Bulgarlar kendilerini bir daha toparlayamadılar.

Karahanlılar Devleti (840-1212):

� Orta Asya'da kurulan ilk Müslüman Türk devletidir.
� Bu özelliği ile Türk tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır.
� Devletin kurucusu Bilge Kül Kadir Han'dır.
� Devlet 1042 yılında hanedan arasındaki anlaşmazlık yüzünden Doğu ve Batı Karahanlılar olmak üzere ikiye ayrıldı.
� Doğu Karahanlılar; (1042-1211) Balasagun, Yerkent, Kaşgar, Fergana, Balkaş Gölü civarına egemendiler.
� Başkentleri Balasagun'du.
� Bazen de Kaşgar oldu.
� Hükümdarları Tabgaç Han'dı.
� 1090 yılında Büyük Selçuklulara bağlandılar.
� 1130 yılında da Moğol asıllı Karahitayların egemenliğine girdiler.
� Batı Karahanlılar (1042-1212); Aral Gölü'nden Çimkent ve Özkent'e kadar Maveraünnehir'e sahiptiler.
� Başkentleri önce Özkent sonra Semerkant oldu.
� 1074'te bunlar da Büyük Selçuklulara bağlandılar.
� Selçukluların Katvan Savaşı'nda Karahitaylara yenilmesiyle 1141'de Karahitayların hâkimiyetine girdiler.
� Sonra Harzemşahlar Moğollarla beraber Batı Karahanlılara son verdiler.
� Bu devletler zamanında Kaşgar, Balasagun, Semerkant, Buhara önemli birer bilim ve kültür merkezi oldu.
� Türk-İslam medeniyetinin ilk orijinal ürünleri arasında yer alan Divanü Lügati't Türk, Kutadgu Bilig bu dönemde ortaya çıkmıştır.

Gazneliler Devleti (963-1186):

� Gazneliler Devleti, Afganistan'ın başkenti Kabil'in 154 km güneybatısında bulunan Gazne'de kuruldu.
� Kurulduğu yerden dolayı Gazneliler denilmiştir.
� Devletin kurucusu Samani Devleti'nde komutan olarak görev yapan Alptekin'dir.
53
� Samani emirine bir köle olarak satılan Alptekin, sahip olduğu meziyetlerden dolayı hassa askerleri komutanlığına kadar yükselmiş, Samaniler dağılma sürecine girdiğinde bir beylik kurarak Gaznelilerin temelini atmıştır.
� Alptekin'den sonra gelen Bilge Tekin ve Piri Tekin zamanlarında Samanoğluları Devleti'ne bağlı olarak yaşadılar.
� Sebük Tekin'in başa geçmesiyle Gazneliler bağımsız devlet hâline geldi.
� Sonra Karahanlılarla anlaşarak Samanoğulları topraklarını paylaştılar.
� Sebük Tekin'den sonra yerine oğlu Mahmut geçti.
� Sultan Mahmut, Hindistan üzerine birçok sefer düzenledi.
� Mahmut'tan sonra devletin başına geçen Sultan Mesut, Dandanakan'da (1040) Selçuklulara yenildi.
� Devlet, bu yenilgiden sonra zayıflamaya başladı ve 1187'de Gurlar tarafından yıkıldı.
Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157):
� Oğuz Türkleri (Selçuklular) tarafından 1040 yılında Sultan Mesut'a karşı kazanılan Dandanakan Zaferi sonrası kuruldu.
� Bu, Selçukluların istiklal savaşı oldu.
� Bu zaferden sonra Selçuklular bir taraftan Anadolu'yu vatan yapacak fetihlere girişirken bir taraftan da İslam dünyasının önemli bir bölümünün siyasi hâkimiyetini ele geçirdiler.
� Selçuklular, Müslümanların siyasi birliğini Şii, Fatımi ve Karmatilere karşı mücadele ederek korudular.
� Devletin sınırını çok genişlettiler, büyük başarılar elde ettiler.
� Fakat Selçukluların da bir ömrü vardı.
� Selçukluların son sultanı Sencer, 1141'de Katvan Savaşı'nda Karahitaylara yenildi.
� Topraklarının büyük bir kısmı Karahitayların egemenliği altına girdi.
� 1157 yılında da Sencer'in ölümüyle Selçuklu Devleti ömrünü tamamladı.

Harzemşahlar Devleti (1157-1231):

� Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, kendi döneminde komutan olan Kutbettin Muhammed'i, Harezm'e vali olarak görevlendirdi.
� Kutbettin Muhammed öldükten sonra yerine oğlu Atsız geçti.
� Büyük Selçuklu Devleti'nin buhran içinde son zamanlarını yaşadığı bu dönemde Harzemşahların başında bulunan Atsız'ın oğlu İl Arslan, bağımsızlığını ilan etti ve Harzemşahlar Devleti'ni kurdu.
� Harzemşahlar 12. yüzyılda Orta Asya'nın en güçlü devleti oldular.
� Son hükümdarı Celalettin Harzemşah, Moğollara karşı amansız bir mücadele verdiyse de sonunda bu devlet Moğollar tarafından yıkıldı.

Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1243):

� Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından 1075 yılında kuruldu.
� Başkenti önce İznik idi.
� Burayı Haçlıların işgal etmesi üzerine Konya'yı başkent yaptılar.
� Haçlı ordularına karşı önemli mücadeleler verdiler.
� Yaptıkları cami, medrese, han, hamam ve kervansaraylarla Anadolu'yu baştanbaşa süslediler.
� Anadolu Selçukluları 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı'yla Moğolların hâkimiyetine girdi.
� Bu hâkimiyet elli yıldan fazla sürdü ve Anadolu Selçukluları bu dönemde isyan, soygun, mali kriz gibi birçok olumsuzluk yaşadı.
� Devlet hâkimiyeti ve otoritesi kalmadı.
� Bunun üzerine güçlü olan aşiret beyleri kendi bölgelerinde bağımsızlıklarını ilan etti.
� Böylece Anadolu Türk beylikleri ortaya çıktı.
� Onlardan biri de Osmanoğulları Beyliği'dir.

Osmanlı Devleti (1299-1922):

� Selçuklular gibi bunlar da Oğuz Türklerinden idi.
� Osmanoğulları, Selçuklular tarafından Ankara'nın batısında kalan Karacadağ yöresine yerleştirilmişti.
� Başlarında Ertuğrul Gazi bulunuyordu.
� Ertuğrul Gazi, Bizans sınırında uç beyi olarak görev yapıyordu.
� Bu sırada Söğüt ve Domaniç'i ele geçirdi.
� Ertuğrul'un yerine geçen oğlu Osman Gazi, Bizans'ın elindeki Karacahisar, Bilecik ve İnegöl'ü fethetti.
� Böylece Osmanlı Devleti'nin temelleri atılmış oldu (1299).
� Osmanoğulları, Anadolu'da Türk birliğini sağladıktan sonra, İslam dünyasını yabancı saldırılarına karşı koruma, İslam'ı Avrupa içlerine kadar taşıma gibi önemli görevler üstlendiler.
� Egemenlikleri altında yaşayan insanların can ve mal güvenliğini sağlama ve onlara adil davranma Osmanoğullarının temel amaçları oldu.
� Orhan Gazi zamanında Bursa, I. Murat zamanında Edirne, Fatih zamanında da İstanbul'u başkent yaptılar.
� 1595 yılına kadar devlet sürekli büyüdü.
� Fatih Sultan Mehmet 1481 yılında vefat ettiğinde devletin toprak yüz ölçümü 2 milyon km² civarında idi.
� III. Murat Dönemi'nde (1574-1595) ise Fatih Dönemi'ndeki rakamın yaklaşık on katına ulaştı.
� Osmanlı, egemenliği altına aldığı her ülkeye kültür ve medeniyet alanında önemli katkılar sağladı.
� Sahip olduğu topraklarda bıraktığı cami, han, hamam, medrese, kervansaray, köprü, imarethane, kütüphane ve vakıf gibi birçok eser bugün Osmanlının büyüklüğüne hâlâ şahitlik etmektedir.
� Dünyanın en büyük ve en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı 17. yüzyıldan itibaren duraklayarak gerilemeye başladı.
� 1922 yılında saltanat kaldırıldı ve yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu (1923).
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Arif ARSLANER

TÜRKLERİN İSLAM DÜNYASINDAKİ FAALİYETLERİ

� Türklerin İslam dünyası üzerinde siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda birçok etkileri olmuştur.
� Selçuklular, bir taraftan Abbasileri yıkıcı iç ve dış güçlere karşı korurken diğer taraftan Müslümanlara yönelik yapılan Haçlı seferlerine karşı koydu.
� Osmanlılar ise İslam coğrafyasının birliğini sağlayarak bu birliğin devamı için çalıştı.
� Ayrıca kutsal toprakların hizmetkârlığını yaptı.
� Diğer taraftan hem Selçuklu hem de Osmanlılar İslam medeniyetinin gelişmesi ve yerleşmesine önemli katkılarda bulundular.
� Selçuklular ve Abbasi Halifeliğinin Korunması
� Abbasilerin (750-1258) Emevileri devirme planları Horasan bölgesinde de taraftar buldu.
� Bu bölgede Emevilerin yönetiminden rahatsız olan Türkler, Abbasilerin bu hareketine destek verdiler.
� Dolayısıyla Abbasilerin iktidara taşınmasında Türklerin de rolü olmuştur.
� Abbasiler, Türklerin hem bu desteğinden hem de askerî yeteneklerini bildiklerinden birçok Türk'e devlet yönetiminde görev verdiler.
� Abbasi halifelerinden Harun Reşit'le birlikte muhafız birlikleri büyük ölçüde Türklerden oluşmaya başladı.
� Bu birliklerin görevi Abbasi saray ve iktidarını her tür saldırı ve tehdite karşı korumaktı.
� Hilafet merkezi Kûfe'den Bağdat'a taşındığı zaman halifenin sarayının yanına Horasan'dan getirilen birlikler için kışlalar yapıldı.
� Halife, bu birlikteki önemli komutanlarına toprak (ıkta) vermişti.
� Onlar arasında Mübarek et-Türki gibi Türk komutanları da vardı.
� Halife Me'mun, Türklere Arap ve Farslardan daha çok güvendiği için Arap ve Fars unsurunun siyasi baskılarına karşı bir denge unsuru olarak Türk birlikleri oluşturdu.
� Kısa sürede sayısı otuz bine ulaşan bu birliklere özel kıyafetler hazırlanarak bunlar diğer birliklerden ayrı tutuldu.
� Mu'tasım Dönemi'nde Türkler, önemli devlet makamlarına ve ordu komutanlıklarına getirildiler.
� Mu'tasım, Türklerin Araplarla karışıp savaşçı özelliklerini kaybetmemesi için onların yerleşeceği Samarra şehrini kurdurdu.
� Türk birliklerini geldikleri bölgenin bey veya asilzadeleri komuta ediyordu.
� Onlar asla yabancı kimselerin emrine verilmemiştir.
� Türkler kendilerine duyulan bu güveni boşa çıkarmadılar.
� Çünkü Abbasi iktidarını endişeye düşüren Zenciler Ayaklanması, kimi Şii ve Harici isyanları, Babek başkaldırışı ve Horasan bölgesinde ortaya çıkan diğer bazı ayaklanmalar hep Türk askerleri sayesinde bastırıldı.
� İslam dünyası 10. yüzyılın başlarından itibaren bir parçalanma sürecine girdi.
� Bu süreçten Abbasi Devleti de etkilenerek bazı vilayetler üzerindeki kontrolünü kaybetti.
� Bu gelişmeler üzerine Abbasi Devleti'nin sınırları içinde küçük bazı devletçikler ortaya çıktı.
� Örneğin Karmatiler, Suriye'yi ele geçirip Abbasilerin başkenti Bağdat'ı tehdit etmeye başladılar.
� Daha da ileri giderek Mekke'ye saldırdılar.
� Diğer yandan Fatımiler önce Kuzey Afrika'yı, ardından da Hicaz bölgesini (Mekke-Medine) işgal ettiler.
� Bağdat'ta hutbeyi kendi adlarına okutmaya başladılar.
� Büveyhiler ise 945'te başkent Bağdat'ı ele geçirdiler.
� Abbasi halifesini baskı altına alarak devletin işleyişini kendi istek ve görüşlerine göre yönlendirmeye başladılar.
� Bu baskı ve saldırılardan çok rahatsız olan Abbasi halifesi Kaim Biemrillah, siyasi bir güç olarak kendini hissettiren Selçuklu Türklerinden yardım istedi.
� Bu istek üzerine Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'a gitti ve Abbasi halifesini Büveyhilerin baskısından kurtardı.
� Bunun üzerine Abbasi halifesi, Tuğrul Bey'e yardımından dolayı "Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı" unvanını verdi ve cuma hutbesini onun adına okuttu.
� Selçuklular, halkın dini doğru kanaldan öğrenmeleri için başta Bağdat olmak üzere Belh, Nişapur, Herat, Isfahan, Basra, Merv ve Musul gibi şehirlerde çok sayıda "medrese" adıyla bilinen eğitim kurumu açtılar.
� Zamanla bu kurumlar köylere kadar yayıldı.
� Bu eğitim kurumları sayesinde Müslümanlar, İslam'ı Kur'an ve sünnet çizgisinde öğrendiler.
� Selçuklular, Bağdat'ta asayişi sağladıktan sonra Mekke ve Medine'yi işgal eden Fatımi nüfuzuna da son verdiler.
� Böylece Kuzey Afrika ve Endülüs dışındaki İslam ülkelerinde bir birlik sağlanmış oldu.
� Haçlı Seferleri Karşısında Anadolu Selçukluları
� 11-13. yüzyıllar arasında Hristiyan Batı dünyasının Müslümanların elinde bulunan Kudüs'ü geri almak, Türkleri Anadolu'dan uzaklaştırmak ve Doğu'nun zenginliklerine sahip olmak amacıyla düzenledikleri seferlere Haçlı Seferleri denir.
� Haçlı Seferleri, Orta Çağ'ın en büyük siyasi ve askerî olaylarından biri kabul edilir.
� Türklerin Anadolu topraklarının önemli bir kısmını ele geçirmesi Bizans ve Avrupalıları ciddi anlamda endişeye düşürdü.
� Türklerin Anadolu'dan atılmaları gerektiği düşüncesine ilk öncülük eden Bizans imparatoru VII. Mihail'dir.
� Çünkü Hristiyanlığın doğu sınırını korumakla görevli olan imparator, Türkler karşısında zaafa düşmüştü.
� O düştüğü askerî zaafı gidermek için 1074 yılında papa aracılığı ile Türklere karşı Avrupa'dan askerî yardım istedi.
� Zaten papalık da Bizans'ın Anadolu'daki Türk ilerleyişini durduramamasından endişe duyuyordu.
� Bu sebeple Papa VII. Gregorius, Bizans İmparotoru'nun yardım çağrısını olumlu karşıladı.
� Ancak yardım gerçekleşemedi. Gregorius'tan sonra Papa olan II. Urbanus, Türklerin varlığına son vermek ve doğuda yaşayan Hristiyan kardeşlerine yardım etmek için Avrupa Hristiyanlarına çağrıda bulundu.
� O dönemde I. Süleyman Şah'ın ölümü (1086) ve Büyük Selçuklu Devleti içindeki iktidar kavgaları yüzünden bir otorite boşluğu oluşmuştu.
� Bunları fırsat olarak değerlendiren Bizans İmparatoru, kendi ordusunun papalık tarafından desteklenmesi hâlinde Türkleri Anadolu'dan kolayca atabileceğini düşündü.
� Bunun üzerine Avrupa'nın farklı ülkelerinden gelen kimselerden oluşan Haçlı Seferlerinin ilki 1096-1099 yılları arasın-da yapıldı.
� İlk Haçlı ordusunun tamamına yakını Türkiye Selçukluları tarafından etkisiz hâle getirildi.
� Bu yenilgiden sonra çok kalabalık (altı yüz bin civarında) bir Haçlı dalgası daha İstanbul'a geldi (1096).
� Bizans İmparatorluğu'nun rehberliğinde İstanbul'dan Anadolu'ya geçen bu Haçlılar, Türkiye Selçuklularının başkenti olan İznik'i kuşattılar.
� Bu kalabalık ordu karşısında başarılı olamayacağını anlayan I. Kılıç Arslan, geri çekilmek zorunda kaldı.
� Haçlılar İznik'i alarak (1097) Bizans'a teslim ettiler.
� Haçlı ordusu, Akşehir, Konya, Ereğli yolunu takip ederek Maraş ve Göksun üzerinden Antakya'ya ulaştı.
� Haçlılar şehirdeki Müslüman halkı öldürdüler ve her yeri yağmaladılar.
� Ereğli'de ana ordudan ayrılan ve Ermenilerle işbirliği yapan bir grup Haçlı ise Gülek Boğazı'ndan geçerek Tarsus, Adana ve Misis'i de alarak Urfa'ya vardılar.
� Burada bir Haçlı Devleti (kontluk) kurdular.
� Türklerin engellemelerine rağmen ilerleyişlerini sürdüren Haçlı kuvvetleri, Trablusşam ve Yafa'yı da alarak nihayet Kudüs'e ulaştıklarında (1099) sayıları elli bin kadar kalmıştı.
� Fatımilerden Kudüs'ü alan Haçlılar, burada da bir Latin Krallığı kurdular.
� Bu sonuç, Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılandı.
� Birinci Haçlı Seferi, Türkleri İznik'i bırakıp Orta Anadolu'ya çekilmeye zorlamışsa da Selçukluların bu bölgede toparlanıp bütünleşmesine zemin hazırlamıştır.
� Haçlıların bu saldırısından sonra İznik yerine Konya başkent yapılmış, Haçlı tehlikesine karşı Danişmentli Beyliği ile birleşme kararına varılmıştır.
� Musul Atabeyi İmamettin Zengi'nin Haçlıların kurduğu Urfa Kontluğu'na son vermesi Avrupa'da şok etkisi yaptı.
� Bunun üzerine Alman İmparatoru III. Konrat ile Fransa kralı VII. Luis, ordularıyla ayrı ayrı yollardan farklı zamanlarda harekete geçtiler.
� Böylece İkinci Haçlı Seferi de (1147-1149) başladı. İki kral İznik'te buluşarak Efes, Denizli ve Antalya üzerinden Suriye'ye geçmek istediler.
� Fakat Selçuklu ordusu Haçlılara ağır kayıplar verdirdi.
� Antalya'ya ulaşabilen Haçlılardan bir kısmı Suriye'ye giderken bir kısmı da Antalya'da terk edildi.
� Netice olarak kral ve imparatorun katıldığı bu Haçlı Seferi de Türklerin direnişi karşısında amacına ulaşamamıştır.
� Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü tekrar ele geçirmesi (1187) Üçüncü Haçlı Seferi'nin (1189-1192) düzenlenmesine sebep olmuştur.
� Kudüs'ün Müslümanların eline geçtiği haberi Avrupa'da büyük yankı uyandırmış ve Papa III. Urbanus bu haberin üzüntüsünden ölmüştür.
� Halefi VIII. Gregorius bir bildiri yayımlayarak bütün Batı Hristiyanlarını yeni bir Haçlı Seferine çağırdı.
� Ancak o da iki ay sonra öldü.
� Alman İmparatoru, İngiltere ve Fransa kralları arasında görüşmeler yapıldı ve nihayet Alman İmparatoru Friedrich 1189 yılının mayısında büyük bir orduyla yola çıktı.
� Friedrich, ordusunu Çanakkale Boğazı'ndan geçirerek yoluna güneyden devam etti.
� Selçuklu ordusu bu savaşa girmedi. Sadece ordunun peşine takılarak onları takip etti.
� Bu takip Haçlı ordusunun aç susuz kalmasına ve ağır kayıplar vermesine neden oldu.
� Friedrich'in Silifke Çayı'nı geçerken boğulması üzerine ordunun morali bozuldu ve ordu dağıldı.
� Böylece doğudaki Haçlıların ümitle beklediği yardım, hedefine ulaşamadı.
� 1198'de papa olan III. Innocentius doğuya yeni bir Haçlı Seferi yapılmasını istiyor ve bunun papalığın görevi olduğunu söylüyordu.
� Gönderdiği elçi ve mektuplarla Avrupalıları bu sefere çağırdı.
� Bu çağrıya cevaplar gecikmedi ve Dördüncü Haçlı Seferi 1202-1204 yılları arasında başladı.
� Haçlı filosu 24 Haziran 1203'te İstanbul önlerine geldi.
� Fakat Haçlı ordusu, Bizans halkına saygısız ve acımasız davrandı. Ayasofya'ya atlarıyla giren Haçlılar, şehri yağmaladılar.
� Bunun üzerine Bizans halkı ayaklandı.
� Haçlılar İstanbul'u bir harabeye çevirdiler.
� Bu sırada İmparator ve oğlunu öldürdüler.
� Bu karışıklıktan yararlanan Haçlılar, İstanbul'da bir Latin Krallığı kurdular (1204).
� Dördüncü Haçlı Seferi'yle Bizans İmparatorluğu'na vurulan darbe Anadolu'daki Türk hâkimiyetinin güçlenmesine yardımcı olmuştur.
� Bu seferlerden sonra dört büyük Haçlı Seferi daha düzenlenmişse de Anadolu'dan geçişte Türklerin rahat vermeyeceğini anladıkları için hiçbiri Anadolu üzerinden yapılamamıştır.
� Her seferinde deniz yolu tercih edilmiştir.
� Sonunda Haçlılar, Anadolu'daki Türk ve İslam varlığını ortadan kaldırmak için bu seferlerin yeterli olmadığını anladılar.
� Haçlı seferlerinin her birinde İslam'ın ve İslam dünyasının korunması için en fazla çabayı Türklerin gösterdiği ortaya çıkmıştır.
� İslam Coğrafyasının Korunmasında Osmanlıların Rolü
� Türkler, İslamiyet'i kabul ettikten kısa bir süre sonra İslamiyet'in hem en ileri temsilcileri hem de en etkin koruyucuları durumuna geldiler.
� Bunun en bariz örneği Osmanlılardır. Osmanlılar, 15 ve 16. Yüzyıllarda gerçekleştirdiği fetihlerle bir dünya devleti hâline gelmiştir.
� Onların bu gücünden dolayı Hindistan, Kuzey Afrika ve Endülüs gibi coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar, gayrimüslimlerin saldırı ve baskılarına karşı Osmanlıyı bir kurtarıcı olarak kabul ediyor ve sıkıştıkları zaman Osmanlıdan yardım talep ediyordu.
� Ancak bazı coğrafyaların uzaklığı ve Osmanlıyı meşgul eden farklı problemlerin çıkması bu yardımların amacına ulaşmasını zaman zaman engelliyordu.
� 1487 yılından itibaren İspanyol Krallığı'nın Endülüs Müslümanlarını Hristiyanlaştırmak için yaptığı baskılara karşı Endülüs Müslümanları Osmanlı Devleti'nden yardım talebinde bulundular.
� Osmanlı bu isteğe olumlu cevap vermesine rağmen Endülüs'ün uzaklığı nedeniyle yardımlar nihai amacına ulaşmadı.
� İspanya Krallığı 1609 yılında Müslümanları sürgüne tabi tutmuştu.
� Osmanlı, sürülen Müslümanların bir kısmını gemilerle kendi topraklarına getirerek onları İspanyol zulmünden kurtardı.
� Örneğin Gırnata Müslümanları II. Bayezit'e bir temsilci göndermişti.
� II. Bayezit bu yardım talebine cevap olarak 1505 yılında Kemal Reis kumandasında bir donanma gönderdi.
� Kemal Reis, İspanya kıyılarını vurduktan sonra bir grup Endülüslü Müslümanı kurtararak Kuzey Afrika'ya ve İstanbul'a taşıdı.
� II. Bayazid'ten sonra padişah olan Yavuz Sultan Selim'e (1512-1520) de 1519 senesinde Cezayir halkı bir mektup göndererek gerek Endülüs gerekse Kuzey Afrika Müslümanlarının Hristiyan saldırıları karşısında güçsüz kaldıklarını bildirdiler.
� Yavuz, Safeviler ve Memluklülerle meşgul olduğu için onlarla ilgilenme fırsatı bulamadı.
� İspanya Krallığı, 1509'da büyük bir ordu ile Cezayir'e saldırdı.
� Daha sonra 1535'te de Tunus'u egemenliği altına aldı.
� Müslümanları sömürmek ve Hristiyanlaştırmak amacını taşıyan bu saldırılar karşısında Osmanlı, hemen harekete geçti.
� Barbaros ve ağabeyi Oruç Reis'in çabalarıyla 1520'de Cezayir, İspanyolların tehdidinden kurtarılarak Osmanlının korumasına alındı.
� Sonra da Osmanlı kuvvetleri 1551'de Trablusgarp'ı, 1574'de ise Tunus'u İspanyollardan kurtardı.
� Böylece Kuzey Afrika İslam coğrafyasından koparılamadı ve Müslümanların Hristiyanlaştırılması da önlendi.
� 15. yüzyılda İspanyol ve Portekizliler, dayanıklı gemiler inşa ederek büyük coğrafi keşiflere çıktılar.
� Hindistan sularına gelen Portekizliler, doğu mallarının Akdeniz'e ulaşma noktalarına hâkim oldular.
� Bu durumdan rahatsız olan Memluklüler, Osmanlılardan yardım istedi.
� II. Bayezit, Selman Reis'i buraya göndererek40 onları yalnız bırakmadı.
� Osmanlı, Uzak Doğu'daki Müslümanları da korumaya çalışıyordu.
� Örneğin Portekizler Endonezya'daki Açe'yi tehdit ettiklerinde Açeli Müslümanların yardım istemesi üzerine Osmanlı, oraya on yedi gemiyle yeterli miktarda top, tüfek ve cephane göndermiştir.
� Yine Portekizlilerin Arap Yarımadası'nı tehdit etmesi üzerine Osmanlı, o bölge için de harekete geçerek önce Kızıldeniz ve Basra Körfezi'nde hâkimiyet sağladı.
� Sonra da Yemen'i Osmanlı topraklarına katarak Portekizlilerin kutsal topraklara yönelik tehdidini ortadan kaldırdı (1538).
� Osmanlı Devleti, Hindistan'da Gucerat ve Kaliküt'teki Müslümanların yardım isteği üzerine Hadım Süleyman Paşa'yı Hint Okyanusu'na bir donanmayla gönderdi.
� Bu donanma Portekizlileri Diu'da kuşattı.
� Daha sonra Yemen'e geri döndü.
� Osmanlılar 16. yüzyılda Rus yayılmasına karşı Orta Asya'daki Müslüman Türklerle de bir birlik oluşturmanın planını yapmışlardır.
� Örneğin Karadeniz'den Hazar Denizi'ne ulaşmak için Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmek istemişlerdir.
� 1569'da kanalın açılmasına başlanmış ve bir kısmı da açılmıştır.
� Daha sonra kışın bastırması ve ertesi yıl da Yemen'de isyanların çıkması bu çalışmaları engellemiştir.
� Çarlık Rusya'nın Orta Asya'daki Türk yurtlarını işgal ettiği sırada o bölgedeki Türklerin yardım çağrılarına da sessiz kalınmamıştır.
� Bölgeye özel görevliler gönderilmiş fakat Osmanlıyı meşgul eden başka problemlerin çıkması o bölgeye yapılan yardımların yetersiz kalmasına neden olmuştur.
� Osmanlı Dönemi'nde Müslüman Türk askerleri İslam coğrafyasının yabancı işgali altına girmemesi için her yerde en zor şartlarda dahi mücadele etmiştir.
� Bu da Türklerin İslam'la özdeşleştiğinin bir göstergesidir.
� Osmanlıların Kutsal Topraklara Hizmetleri
� Kâbe, İslam'ın doğduğu yer olan Mekke'ye, Hz. Peygamber'in kabri ve mescidi de Medine'ye kutsiyet kazandırmıştır.
� İslam kültüründe bu iki şehre "Harameyn" de denir.
� Osmanlılar İslam coğrafyasının korunmasında önemli roller üstlendiği gibi İslam dünyasının merkezi sayılan kutsal topraklarda da önemli faaliyetlerde bulunmuştur.
� Osmanlı, kutsal toprakların korunması, bölge halkına yardımda bulunulması, Kâbe'nin bakım ve onarımı gibi alanlarda hizmet etmiştir.
� Yapılan hizmetlerin en önemli göstergelerinden biri, Osmanlıların her sene hac mevsiminde Mekke ve Medine halkına gönderdiği para, yiyecek ve giyecekten oluşan hediyelerdir.
� Osmanlı padişahları Yavuz Sultan Selim'den itibaren diğer unvanlarının yanında "iki kutsal şehrin hizmetçisi" anlamına gelen "hadimu'l-harameyni şerifeyn" unvanını da kullandılar.
� Bu unvanlarının gereği olarak kutsal topraklara ve buralarda yaşayan Müslümanlara büyük hizmetlerde bulundular.
� Örneğin ilk "surre"yi gerçekleştiren Yıldırım Bayezit ile oğlu Çelebi Mehmet oldu.
� Yıldırım Bayezit'in surresi, yarısı Mekke yarısı da Medine halkına mahsus olmak üzere on dört bin duka (13. yüzyılda Venedik'te çıkarılan ve Osmanlı Devleti'nde de kullanılan altın akçe) altındı.
� Bu, her yıl Kurban Bayramı'nda Mekke'ye gönderilmiş olurdu.
� Sonra II. Murat, her yıl Mekke, Medine, Kudüs ve Kudüs sancağına bağlı Halilü'r- Rahman'a üç bin beş yüz filoriden (ilk olarak Floransa'da basılan sonra Avrupa'da ve Osmanlıda da kullanılan, üzeri zambak çiçekli altın para) oluşan surre yolladı.
� Yine aynı padişah, Ankara'nın Balıkhisarı mıntıkasındaki köylerin hasılatını da Mekke'ye vakfetmiştir.
� Yavuz Sultan Selim de Mısır'ı aldıktan sonra o bölge insanlarına iki yüz bin duka altın ile zahire göndererek (1517) bunları her iki şehir halkına dağıttı.
� Bundan sonra Osmanlının surre yollaması âdet hâline geldi.
� Osmanlı, gönderilen hediyelerin miktarını artırmak için çok sayıda vakıf kurdu.
� Bu tür vakıflara "Haremeyn Vakıfları" denmiştir.
� Bu vakıfların amaçları arasında hastane, medrese, yol yapımı, aşhane ve hac ibadetinin kolaylaştırılması gibi hizmetler vardı.
� Ayrıca Mekke ve Medine'de oturanlar vergiden muaf tutuldu ve geçimleri hazineyle vakıflardan karşılandı.
� Osmanlılar kutsal topraklarda iyileştirme ve imar çalışmalarıyla da hizmet ettiler.
� Kâbe, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi'de tamir ve genişletme çalışmaları yaptılar.
� Örneğin IV. Murat zamanında bir sel baskını sonucu duvarları yıkılan Kâbe, tümden yenilendi.
� Yine Osmanlı tarafından Kâbe'nin ahşap çatısı elden geçirildi, eskiyen yağmur oluğu sökülüp yerine gümüş kaplama üzerine altın süslemeli yeni bir oluk takıldı.
� Bu arada kapı kemeri yenilendi ve üzerindeki gümüş kitabe levha alınarak yerine altın bir kitabe levha konuldu.
� Kâbe'nin örtüsü 1609'dan itibaren İstanbul'da dokunmaya başlandı.
� Eski örtü İstanbul'a getirilerek Hırka-i Saadet Dairesinde saklandı.
� Osmanlının Mescid-i Nebevi'ye de hizmetleri oldu.
� Örneğin Sultan Abdülmecit zamanında mescidin tabanı mermerlerle kaplandı ve üzeri halılarla döşendi.
� Tavan kısımları çeşitli desenlerle süslendi. Mescidin içindeki hatlar, İstanbul'dan giden Hattat Abdullah Zühdü Bey tarafından yazıldı.
� Dinî mekânların onarım ve yenilenmesi yanında Osmanlılar tarafından bulaşıcı hastalıklara karşı Hicaz Sağlık Teşkilatı da kuruldu.
� Salgın hastalıklara neden olan su kaynaklarını ıslah çalışmaları yapıldı.
� Hac yolculuğu sekiz on ay gibi oldukça uzun süren yorucu bir yolculuktu.
� Osmanlı bunu kolaylaştırmak için 20. yüzyılın başında İstanbul'dan Mekke'ye kadar uzanacak Hicaz Demir Yolu'nun yapımını başlattı.
� Medine'ye kadar olan bölümü tamamlanmıştı.
� Fakat Arap isyanlarının başlaması üzerine yol, Mekke'ye ulaştırılamadı.
� Osmanlılar kutsal toprakların korunmasında da büyük fedakârlıklar göstermiştir.
� Bunun en çarpıcı örneğini Medine Müdafaası'nda askerleriyle birlikte Fahrettin Paşa göstermiştir.
� Hülasa Osmanlılar kutsal topraklara hangi alanda hizmet gerekiyorsa o alanda hizmet etmekten geri durmamışlardır.
� Selçuklu ve Osmanlıların İslam Medeniyetine Katkıları
� Medeniyet; bir toplumun maddi, manevi varlığına ait üstün niteliklerden, değerlerden, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalardan; ilim, teknik, sanayi, ticaret gibi sahalardaki nimetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenliktir.
� Türkler 10. yüzyıldan itibaren kitleler hâlinde Müslüman olmaya başladıktan sonra bilim, edebiyat, mimarlık ve sanat alanlarında İslam medeniyetine önemli katkıda bulundular.
� Türklerin ortaya koyduğu eserlerin ana çizgisini Allah, peygamber, ahiret ve kutsal kitabın getirdiği değerler oluşturmuştur.
� Bu alanda Türkler, binlerce kurum ve eser ortaya koymuştur.
� Selçuklular, Konya başta olmak üzere bütün yerleşim merkezlerinde cami, medrese, çeşme, han, köprü, hastane, hamam, türbe, imaret, daruşşifa, kervansaray gibi sosyal ve kültürel kurumları en güzel şekilde inşa ettiler.
� Bu eserler Osmanlılarla zirveye ulaştı.
� Bunun en güzel örneği Süleymaniye ve Selimiye'dir.
� Osmanlıların mimari eserleri genelde Bursa, Edirne, İstanbul ve Balkanlarda yoğunluk kazanmıştır.
� Bu eserlerde ihtiyaç ile sanat zevki birleştirilmiştir.
� Selçuklu ve Osmanlı, ilim sahasında da dünya çapında düşünür ve bilginler yetiştirmiştir.
� Örneğin Mevlâna'nın düşünceleri dünya çapında ilgi görmektedir ve Mimar Sinan'ın eserleri de özgünlüğünü hâlâ korumaktadır.
58
� Türkler mimari alanda olduğu kadar sanat alanında da İslam medeniyetine katkıda bulundular.
� Türk-İslam sanatının temelini Allah inancı oluşturduğu için Selçuklu ve Osmanlılarda İslam inancı sanat eserleriyle somutlaştırılmıştır.
� Hüsnühat, tezhip, minyatür ve ebru gibi sanatların doğup gelişmesinde de Osmanlıların önemli katkıları olmuştur.
� Ayrıca hat sanatı, İslam medeniyetine bir özgünlük katmıştır.
� Osmanlıların son dönemlerinde yetişmiş olan İsmail Gelenbevi, Mühendishane-i Hümayunda (Teknik Üniversite) hocalık yaptı ve logaritmanın kullanılışını açıklayan bir eser kaleme aldı.
� Aydınlı Hacı Paşa, tıp alanında "Şifaü'l-Eskam" isimli bir eser yazdı ve döneminde yapılan tıpla ilgili çalışmalara önemli katkılar sağladı.
� III. Murat'ın Başhekimi Emir Çelebi hava, toprak ve iklimin insan sağlığı üzerindeki etkilerini açıklayan "Enmuzecü't -Tıp" isimli eseri kaleme aldı.
� Türkler, kurdukları medreselerde başta dinî ilimlerin tüm alanları olmak üzere felsefe, astronomi ve tıp gibi sahalarda da önemli çalışmalar yaptılar.
� Bütün bu çalışmalar, Selçuklu ve Osmanlının İslam medeniyetine yaptıkları katkıların bir göstergesidir.
� İSLAM DİNİNİN YAYILMASINDA TÜRKLERİN ROLÜ
� Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra bir taraftan henüz Müslüman olmamış soydaşları diğer taraftan da soydaşları dışındaki insanlar arasında İslam'ın yayılması için büyük çaba harcadı.
� Bu manada Türklerin Anadolu, Hint Yarımadası ve Balkanlarda İslam dininin yayılmasında büyük rolleri olmuştur.
� Orta Asya'da İslam Dininin Yayılması
� Türklerle Müslümanlar arasındaki ilk temaslar, 642 yılında yapılan Nihavend Savaşı'nı müteakip İran'ın fethinin tamamlanmasıyla başlamıştır.
� Ancak bu tarihten önce de birbirinden çok uzak ülkelerde yaşayan Türklerle-Araplar, Sasanî İmparatorluğu'nun aracılığıyla birbirini az da olsa tanımışlardır.
� Sasanî Devleti'nin yıkılmasından sonra, Türklerle Araplar arasındaki münasebetler, öncelikli olarak karşılıklı mücadeleler şeklinde olmuş ve yarım asırdan fazla devam etmiştir.
� Bu olumsuz şartlar sebebiyle İslam, Türkler arasında fazla rağbet görmemiştir.
� Talas Savaşı'yla bu iki siyasi rakibin Çin'e karşı birleşmesi, Türk-Arap münasebetleri açısından bir dönüm noktası olmuştur.
� Yarım asırdır devam eden kanlı mücadeleler yerini, bu tarihten sonra dostluğa bırakmıştır.
� Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz'in bütün tebaaya eşit muamelesi ve takip ettiği siyaset, İslamiyet'in özellikle Mâverâünnehir bölgesinde yaşayan Türkler arasında hızla yayılmasına neden oldu.
� Ömer b. Abdülaziz'den sonra iseeski politikalara dönülmesi ve Türgiş Kağanlığı'nın Araplarla mücadeleye girişmesi, Mâverâünnehir'de İslam'ın yayılışını tehlikeye soktu.
� Abbasiler'in iktidara gelmesiyle mevaliye karşı izlenen politika değişmişti.
� Bunun sonucu olarak Horasan ve Mâverâünnehir'de İslam'ın yayılışı hızlandı.
� Me'mûn, Mâverâünnehir'de hâkimiyet tesis ettikten sonra, özellikle Türk hükümdar aileleri arasında İslamiyet'in yayılmasına özen gösterdi.
� Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi.
� Halife Mu'tasım-Billâh'ın gayretleriyle, Mâverâünnehir'de İslamlaşma süreci tamamlandı.
� İslam dininin Türkler arasında asıl yayılması, Samaniler dönemine rastlar. İslamiyet'i kabul eden Türkler, diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayrımüslim Türkler'e karşı cihat harekâtına katıldı.
� Samaniler'in Mâverâünnehir'den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri, Türkler arasındaki İslamiyet'in yayılmasına katkı sağladı.
� Horasan ve Mâverâünnehir'de İslamiyet'in yayılmasında, sufilerin de önemli rolü vardır.
� İdil/Volga bölgesine Harezmli tacirlerin girmesiyle bölgede İslam yaklaşık, 287/900'lerde yayılmaya başladı.
� Bu süreçte Bulgar Hanı Şelkey'in oğlu Almış (Almuş) Han'ının Müslüman olmasıyla İtil Bulgarları devlet olarak İslâm dinini kabul etmişlerdir.
� Tarihi anlatımlara göre Almuş Han, 308/920 veya 921'de Abbasi Halifesi Muktedir Billah'a, İslâmiyet'i kabul ettiklerini bildirerek, kendisinden Müslüman âlimler ile mescit ve kale inşa etmek üzere mimarlar göndermesini talep etmiştir.
� Bu arada Almuş Han, ismini Emir Cafer b. Abdullah olarak değiştirmiştir.
� Böylece Türkler arasında İslâmiyet'i resmî din kabul eden ilk devlet, İdil (Volga) Bulgar Devleti'dir. Karahanlılar, Doğu ve Batı Türkistan'da hüküm sürmüş ilk Müslüman Türk devletidir (840-1212).
� Kurucusu Bilge Kül Kadir Handır.
� Karanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han, âlim ve sûfîlerin etkisiyle halkı ve maiyetiyle birlikte Müslüman oldu (944-945).
� Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Han, Karahanlılar'ın batıdaki topraklarında İslâmiyet'in yayılması için çalıştı.
� Onun Müslüman olması ve Karahanlılar'ın İslâmiyet'i kabulü Orta Asya Türklerinin tarihini etkileyen büyük bir hadise olmuştur.
� İkinci büyük Müslüman Türk devleti Gazneliler, Sâmânîler'in kumandanlarından Alptegin tarafından kuruldu.
� İslam dininin yayılmasında önemli rol alan diğer bir Türk devleti de Gaznelilerdir.
� İkinci büyük Müslüman Türk devletidir. Kurucusu, Sâmânîler'in kumandanlarından Alptegindir.
� İslam, otuz iki yıl tahtta kalmış Sultan Mahmut zamanında yayılma imkânı bulmuştur.
� Gazneli Mahmud, Hindistan'a birçok sefer düzenleyerek bölgede İslâmiyet'in yayılmasında önemli rol oynadı.
� X. yüzyılda çeşitli ülkelerden Oğuzlar'ın hâkimiyetindeki şehirlere gelen Müslüman tacirlerin, derviş ve şeyhlerin gayretleri sonucu İslamiyet, Türkler arasında büyük birhızla yayıldı.
� Kalabalık Türk kitlelerinin İslamiyet'i seçtiği bu dönemde Sultan Selçuk'un Cend'de 375 (985) yılında İslamiyet'i kabul etmesi Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır.
� Selçuk Bey, Buhara ve Hârizm'den davet ettiği din adamları vasıtasıyla Oğuzlar arasında İslamiyet'in yayılmasını sağladı ve Oğuzların büyük çoğunluğu XI. yüzyılın başlarında Müslüman oldu.
� Kıpçak bozkırlarındaki İslamlaşma süreci ise XIV. yüzyıla kadar devam etti.
� İslamiyet, Doğu Türkistan'da Uygurlar arasında XIV. yüzyıldan itibaren büyük bir hızla yayıldı ve XV. Yüzyılın sonlarında Uygurların tamamı İslam'a girdi.
� Hint Yarımadası'nda İslam Dininin Yayılması
� Hindistan'da İslamiyeti yayma faaliyetleri Emeviler Döneminde Araplar tarafından başlatılmıştır.
� Ancak İslam'ın asıl yerleşmesi ve geniş ölçüde yayılması Müslüman Türk devletlerinden Gazneliler (963-1186) Döneminde olmuştur.
� Gaznelilerden sonra kurulan Delhi Türk sultanlıkları (1206-1413) ve Babür Devleti (1526-1858) gibi Türk devletleri bu bölgedeki İslam dinini yayma faaliyetini devam ettirmişlerdir.
� Gaznelilerin Hindistan Yarımadası'nda yaptığı çalışmalar, Delhi Türk sultanları ve diğer bazı Türk-İslam devletlerinin de katkılarıyla çok sonraları bu bölgede Bengaldeş ve Pakistan gibi müslüman devletlerinin ortaya çıkmasına imkân sağladı.
� Gazneliler İslam'ı yaymada genelde iki yol takip ettiler.
� Birincisi eğitim kurumlarıyla ki, bu sahada birçok medrese açmışlardır.
� Örneğin Belh, Nişabur ve Gazne'de köklü medreseler vardı.
� Bu eğitim kurumlarında hem öğrenciler yetişiyor hem de eserler kaleme alınıyordu.
� İkincisi ise sufiler yoluyla olmuştur.
� Ehli sünnet çizgisinde olan Gaznelileredip ve şairlere yakınlık gösterdikleri gibi din âlimleri ve sufilerle de ilgilenip yakınlık göstermişlerdir.
� Bu durum meşhur sufilerin bu bölgede toplanmalarına neden olmuştur.
� Örneğin es-Sülemi (öl.1021), el-Gürgâni (öl.1058) ve ed-Dekkak (öl.1014) onların önde gelenlerindendir.
� Bu sufiler, etraflarında toplanan büyük kalabalıkları irşat etmişlerdir.
� Diğer taraftan Gazneli Mahmut (öl.1030) Hindistan'a yaptığı on yedi sefer sonucu Kuzey Hindistan'ı kendi topraklarına kattı ve bu bölgede Müslümanlığın yayılmasını sağladı.
� Gazneli Mahmut, fethettiği Hindistan bölgelerinde mescitler yaptırmış ve İslam'ı tebliğ etmeleri için buralara âlimler göndermiştir.
� Hindistan'da İslam'ın yayılmasında Orta Asya'yı istila eden Moğolların zulmünden kaçan Türk din bilginleri ve Müslüman Türk ailelerinin de önemli rolü olmuştur.
� Anadolu'nun İslamlaşması
� Türklerin Anadolu'ya gelişleri İslamiyet'ten önce 5 ve 6. yüzyıllarda başlamıştır.
� Ancak o dönemde Anadolu'ya gelenler millî kimliklerinden uzaklaştıklarından Hristiyan unsurlar arasında erimişlerdir.
� İslamiyet'ten sonra Türklerin Anadolu'ya gelişleri 9. Yüzyılda Abbasiler Dönemi'nde başlamıştır.
� Türk komutanların idare ettiği ve içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu Abbasi orduları 9 ve 10. yüzyılda Bizans egemenliği altında bulunan Anadolu'ya birçok sefer düzenlediler.
� Bu ordular Sivas, Amasya, Niksar, Kayseri, Konya, Ereğli, Yalvaç, Ankara ve Eskişehir gibi Anadolu kentlerini kısa süreli de olsa ele geçirdiler.
� Bu seferler, buraları yurt edinmekten ziyade Bizans'a bir gözdağı vermeyi amaçladığından Müslümanlar ele geçirdikleri kentleri kısa süre sonra boşaltarak geri çekiliyorlardı.
� Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, İslam tarihinin en önemli gelişmelerinden biri olarak kabul edilir.
� Anadolu'nun asıl Türkleşmesi ve İslamlaşması Selçuklu Dönemi'ne rastlar.
� Büyük Selçuklu Devleti, Horasan ve Irak'ı egemenliği altına aldığında daha yeni Müslüman olan kalabalık Türkmen oymakları hayvanlarına daha iyi otlaklar bulmak amacıyla Selçuklu topraklarına doğru göç etmeye başladılar.
� Bu, çok düzensiz bir göç olduğu için gittikleri yerlere rahatsızlık veriyorlardı.
� Selçuklular bu oymakların Müslüman halkın bulundukları bölgelere göçerek onları sıkıştırmasını istemiyordu.
� Bu nedenle bir çözüm olarak Türkmen oymaklarını Bizans'ın elindeki Anadolu'ya doğru yönlendirdiler.
� Böylece 1050 ve 1060'lı yıllarda Türkmen oymakları yavaş yavaş Anadolu topraklarına gelerek yerleşmeye başladı.
� Sultan Alparslan'ın 1071 yılında Bizans ordusunu yenerek Malazgirt Zaferi'ni kazanması, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması açısından bir dönüm noktası olmuştur.
� Bu zaferin ardından Alparslan tarafından görevlendirilen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, birkaç yıl içinde Anadolu'nun büyük bir kısmını fethetti.
� Anadolu'nun bu kadar hızlı ve kolay fethinin bazı sebepleri vardı.
� Süleyman Şah'ın Anadolu'yu fethi sırasında yüz binleri bulan Türkmen oymaklarının Anadolu'ya gelmesi ve Anadolu nüfusunun önemli bir kısmının Türklerden oluşması bu topraklarda 1075 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulmasını sağladı.
� Bu arada Anadolu'ya Türkmen göçü devam etmiştir.
� Özellikle 13. yüzyılda Moğolların Orta Asya'yı işgale başlamaları Anadolu'ya doğru ikinci göç dalgasını başlattı.
� Bu göçle çok sayıda Türkmen oymağı Anadolu'ya geldi.
� Bu göçlerle Anadolu nüfusunun çoğunluğunu Türkler oluşturmuştu.
� Böylece Anadolu 13. yüzyılda Türkleşmiş oldu.
� Bu nüfusun bir kısmı büyük şehirlere (Konya, Erzurum, Erzincan, Sivas ve Kayseri) yerleşti.
� Türk adıyla anılanlar yerleşik hayata geçerken Türkmenler ise diğer ova ve yaylalarda, uç bölgelerde köy hayatı yaşıyorlardı.
� Bunların dışında kalan konargöçer bir hayat yaşayanlara ise Yörük denildi.
� Anadolu'ya göçen Türkmenlerin tamamı Müslümandı.
� Onlar Anadolu'ya Türklükleriyle beraber Müslümanlıklarını da getirmişlerdir.
� Gelenler arasında Türkmenler üzerinde çok etkili olan mutasavvıflar da vardı.
� Onlar çoğu zaman Türk ordularından daha önce Bizans topraklarına girerek gayrimüslim halkın gönüllerini fethediyorlardı.
� Mutasavvıflar, sergiledikleri hoşgörü, yardımseverlik ve dürüstlük sayesinde İslam'ın yayılmasında önemli rol oynuyorlardı.
� Bu sayede bazı Yahudi ve Hristiyanlar, Müslüman olmuşlardır.
� Anadolu'ya gelen gezici mutasavvıfların çoğu Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi'nin öğrencileri idi.
� Ahmet Yesevi Türkistan'da bir taraftan İslam'ı anlatırken bir taraftan da birçok talebe yetiştirmişti.
� Çok sayıda öğrencisini Türk dünyasının değişik bölgelerine İslam'ı tebliğ etmek üzere gönderdi.
� İşte onlardan bir kısmı da Anadolu'ya gelmiş ve Anadolu'nun değişik yerlerinde İslam'ın yayılması için çalışmıştır.
� Bu mutasavvıfların Anadolu'daki en önemli temsilcilerinden biri Hacı Bektaş Veli idi.
� O, 13. yüzyıl ortalarında Moğol saldırıları nedeniyle büyük sıkıntılar içine düşen Anadolu'nun müslüman halkını sevgi, hoşgörü, birlik ve kardeşlik duyguları etrafında toplamaya çalışmıştır.
� Anadolu'nun Müslümanlaşmasında Türk beyliklerinin de rolü vardır.
� Beylikler Anadolu'nun muhtelif yerlerinde bayındırlık çalışmaları yaptılar.
� Bu çerçevede yapılan yüzlerce cami ve medrese sayesinde İslam dininin geniş kitleler tarafından öğrenilmesi ve yaşanması sağlanmıştır.
� Ayrıca Anadolu'nun İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde Ahilik (Kardeşlik) Teşkilatının da önemli katkısı olmuştur.
� Ahilik çeşitli meslek gruplarını bir araya getiren bir esnaflar teşkilatı idi.
� Bu teşkilat şehir, kasaba ve köylere kadar yayılmıştı.
� Burası aynı zamanda bir ahlak okulu gibi çalışıyordu.
� Gündüz işinde çalışan ahiler, akşam dinî ve ahlaki dersler alıyordu.
� Ahiler, akşam aldıkları dinî ve ahlaki derslerin gereğini gündüz işlerinde uyguluyorlardı.
� Balkanlarda İslam Dininin Yayılması
� Müslüman Türkler, Gelibolu üzerinden Balkan Yarımadası'na geçerek 1361 senesinde Edirne'yi fethettikten sonra, Bulgar topraklarını hızla ele geçirmeye başladılar.
� Kosova Meydan Savaşı'yla (1389) Sırbistan, Türk hâkimiyetine geçti.
� Yıldırım Bayezit'in 1396 yılında Niğbolu önlerinde Haçlı ordusunu hezimete uğratması ise Osmanlı Türklerinin Balkan hâkimiyetini iyice perçinledi.
� Daha sonra Fatih Sultan Mehmet'in 1463 yılında Bosna'yı fethetmesiyle Osmanlı sınırları İtalya'nın Dalmaçya sahillerine kadar uzandı.
� Osmanlı daha fetihlere başlamadan önce bazı Türkmen oymakları Balkanlara geçmiş ve yerleşmişlerdi.
� Bunlar yerleştikleri yerlerde Anadolu'dakine benzer çalışmalarıyla gayrimüslimlerin saygı ve güvenini kazanmışlardır.
� Önden giden bu insanlar aslında fethin zeminini hazırlıyordu.
� Örneğin tasavvufun "Bayramiyye, Celvetiyye, Halvetiyye, Halidilik ve Mevleviyye" gibi kolları Balkanlarda önemli görevler üstlenmişlerdir.
� Bu tarikat kolları duruma göre bulundukları mekânları mescit, mektep, meşveret, kervansaray, darülaceze, imaret, kütüphane, iltica yeri ve vakıf gibi kullanmışlardır.
� Fetih sırasında ve sonrasında Osmanlı, Anadolu'daki Türkmen boylarından bir kısmını Balkanlara yerleştirdi.
� Türkmenler Anadolu'dan Balkanlara dillerini, gelenek, örf-âdet ve inançlarını da götürdüler.
� Buralarda yeni yerleşim birimleri ve köyler kurdular.
� Türk göçmenler genellikle arazisi ziraatta kullanılmayan topraklara yerleştirilmiştir.
� Araziyi ekime elverişli hâle getiren göçmenler, kısa zaman içinde ziraat ve ticaretten kazandıkları maddi varlık sayesinde Balkanlarda yeni bir yaşam tarzı geliştirdiler.
� Kurdukları köylere Anadolu'da oturdukları eski yerlerin veya kendilerine önderlik eden dede, baba ve şeyh gibi atalarının ad ya da unvanlarını verdiler.
� Böylece Balkanlarda İslam'ın yayılmasını sağladılar.
� Uzun yıllar Balkanlardaki Müslüman nüfus, bu Türkmen nüfusuyla sınırlı kaldı.
� Ancak zamanla gayrimüslimler arasından İslam'a girenler oldu.
� Özellikle Boşnak ve Arnavutlar kitleler hâlinde Müslüman oldular.
� Din değiştirmede Osmanlı Devleti hiç kimseyi zorlamamıştır.
� Zira fetih sırasında gayrimüslimlerle bir anlaşma yapılmıştı.
� O anlaşmaya göre Osmanlı, bölge insanının canına, malına ve dinine dokunmayacaktı.
� Bu konuda onlara tam bir güvence verilmişti.
� Balkanlarda Türk-İslam kültürünün yayılmasının nedenlerinden biri de o bölgeye yapılan bayındırlık hizmetleridir.
� Osmanlı yönetimi boyunca Balkanlarda yaşayan insanlara dil, din ve soy ayrımı yapmaksızın hizmet etmiştir.
� Türk İslam kültürünü yansıtan o kadar çok cami, medrese, han ve hamam yapılmıştır ki Bursa ile Bosna, Konya ile Üsküp birbirini hatırlatır olmuştur.
� Dolayısıyla Balkanların birçok yeri Anadolu gibi birer Türk yurduna dönüşmüştür.
� Ancak 18. yüzyıldan itibaren peş peşe çıkan savaşlar ve milliyetçilik akımları yüzünden Balkanlardaki Müslüman nüfusun bir kısmı katledilirken bir kısmı da Anadolu'ya göç etmeye zorlanmıştır.
� Diğer çok az bir kısmı ise her şeye rağmen yerlerinde kalmışlardır.
� Bugün Balkanlarda bütün yıkımlara rağmen Türk-İslam kültürünün izleri silinememiştir.
� Günümüzde Bulgaristan, Yunanistan, Mekedonya, Romanya, Arnavutluk ve Bosna-Hersek'te yaşayan Müslüman Türkler, millî ve manevi kimliklerini korumaya çalışmaktadırlar.
Herkes ders anlatır ama Arif hocam öğretir.

Kitap okumadan meydan okunmaz
Soru çözmeden sınav kazanılmaz
İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alır.
  •  

Benzer Konular (5)